KÜFRAN-I NİMMET

Makaleme başlamadan önce; yöremiz insanlarından Hasan Kaya Efendi’ye Hakk’tan rahmet diliyor, ailesine derin taziyelerimi iletiyorum. Yine, arada sizlerle beraber olmamı sağlayan ve bana bir makale köşesi ayıran değerli dostlara, Tawkirar.com sitesinin yönetim kuruluna teşekkür ediyorum.

Sevgili arkadaşlar, hep siyaset yazdık, hep politika yazdık bugüne kadar. Bundan sonra, belli aralıklarla coğrafyamızda ve yakınlarımızda yaşanmış olan kültürel içerikli konulara da ağırlık vermeye çalışacağım. Zira, kültürel olarak o kadar derin zenginliklerimiz var ki. Uzatmadan konuma geçeyim. Şimdi, sizleri Azarbeycan ve İran topraklarının bulunduğu yerin yüceliklerine, ALAMUT kalesinin bulunduğu görkemli dağın tepesine, Damavan ve Elbruz Dağlarının doruklarına kısa bir düşünsel yolculuğa davet ediyorum. Bu yolculuk ki yüzyıllardır ağızdan kulağa ulaşan bir destandır… Memleketin uzun ve soğuk kış gecelerini ısıtıp hafiflettiği gibi, oldukça da öğreticidir. Buyrunuz beraber dinleyelim.
“Dı waxt u zamanakida Mir”ak hebuyé…” diye başlardı Sultan nenem: Damavan dağının dorukları kışın soğuk ve çetin, yazları serin ve yaşam dolu olurmuş. O dönemlerde buralar sınırları çizili olan devletler devletçikler olmasa da, “Beylikler” biçiminde kendi nüfuz alanlarına göre, belli arazilere dağılıp yaşayan Mirler, küçük çaplı hükümdarlar mevcutmuş. Mirler’den birisinin adı, Sohrabhan’mış. Sohrabhan’ın arazileri, asırlar boyunca nice destan ve hikayelere konu olan Alamut Kalesinin kahramanı, Hassan Sabbah’ın kalesinin tam karşısındaki örepteymiş. Gün doğumu tarafı, irili ufaklı tepelikler olsa da uçsuz bucaksız arazilerin bulunduğu devasa geniş yaylalarla dağın sivri uçlarına, doruklarına kadar yükseliyormuş. Dağın zirveleri hep karlı, boranlı ve dumanlıymış.
Gün batımı tarafı ise, Sohrabhan’ın konağının bulunduğu örepten aşağılara kadar bağlarla, bahçelerle süslü olan bir yamaç olup, Alamut Kalesi’nin bulunduğu adacığı sularıyla çevreleyen yosun yeşili ırmağa kadar iniyormuş. Buradaki gün doğuşları ve gün batımları öylesine güzel, öylesine muhteşem oluyormuş ki, buralarda yaşayan kimseler günün bitmemesi için dualara kalkıyor, yalvarıyorlarmış. Dualarını, “Ey kainattaki bütün güzelliklerin gizemli sırrı, bizlere bağışladığın bu emsalsiz hayattan dolayı sana olan şükranlarımızı kabul eyle!” diye bitiriyorlarmış. (…..)

Günler, aylar, mevsimler ve yıllar öylesine çabuk geçiyormuş ki, yumurtadan çıkan kuşlar büyüyor, kanatlanıyor uçuyorlarmış; çocuklar bir çırpıda gelişiyor delikanlı oluyorlarmış. Buradaki bütün ahali Mirlerine sadık, onu seviyor sayıyor, ondan tarafa çokça seviliyorlarmış. Mir Sohrabhan Efendi, hem kendi cemaati hem de yakın uzak farketmeden; etrafındaki bütün ahali tarafından saygınlıkla ağırlanan gönül engin bir kişilikmiş. Konuştuğunda dinlenilen, kaşları çatıldığında endişeye yorumlanan, tbbesümle güldüğünde canlı cansız herkes ve herşeye bir canlılık gelir, etrafa nur yayılırmış… Sohrabhan Efendi’nin, oğulları yokmuş. Bir tek kız çocuğu varmış. Kızının adı, Senem’miş. Senem, üzüm karası sırma saçları diz çukurlarına kadar inen, ay parçası bir güzelmiş. Sağımlık hayvanlarla ilgilenen kadınlara, ‘Beriler’e katılır, salına salına yürürmüş. Bir gün çok uzaklardan gelen üç atlı delikanlıdan birisi tam Senem’in izasına geldiği vakit, nereden geldiği belli olmayan bir ok’un kalbine isabet etmesiyle, yüreğinden vurulmuş; atının üzerinde düştü düşecekken, kalbine koyduğu eline ve üzerindeki beyaz gömleğine baktığında, ortalıkta ok falan olmadığının farkına varmış, esaslı okun içeriden alevlenen ateş olduğunu anlamış. Yanındaki diğer delikanlılar, kıkırdayarak gülmüşler onun bu haline. Fakat Mirleri’nin oğlu olduğundan, gülüşlerini kesmiş, ciddileşmişler. Gün olmuş zaman dönmüş, uzaktaki Mir Emirxan’ın ismi, buralarda sıklıkla duyulmaya başlanmış. Fakat ne Sohrabhan ne de Emirxan birbirlerini tanımıyorlarmış.

Sohrabhan Efendi, nerede bir fakir bir fukara görse; nerede yardıma muhtaç bir kimse görse, mutlaka ona elini uzatırmış. En belirgin özelliği, yaptığı iyilikleri asla karşılık beklemeden yaparmış. Etrafına topladığı nice insanı iş ve aş sahibi etmiş. Sayıları binlere varan insanla şu şirin memlekette kendi ehvalinde sükun bir hayat yaşıyormuş. Etrafındaki yedi kişiyi tarım, güvenlik, maliye, sağlık ve benzeri işlerle görevlendirmiş. Herşeyini onlara danışarak yaparmış. Gün olmuş, zaman geçmiş; bu yedi kişi, bir sabah Konağın gündoğumuna bakan çardağında oturup arazilerine bakarak kahvaltısını yapmakta olan Sohrabhan Efendi’nin yanına varmışlar. Sohrabhan Efendi, dışarıdan bir büyüğü gelmiş gibi ayağa kalkmış ve yüzündeki nurla derin bir tebessüm içerisinde, onları naçizane sofrasına davet etmiş. Fakat, etrafını yarım hilal gibi saran bu kimseler, sofraya oturmadıkları gibi; yüzlerinde düşen bin parça soğuk ve somurtkan halleriyle öylece dikilmişler.
“Neyiniz var Ağalar?! Bir durum mu var?”
Birbirlerine bakıp susmuşlar.
Sohrabhan’ın defalarca yaptığı ısrarlar sonucu en yaşlıları konuşmuş: “Durum çok vahim Mir’im.” Bu yaşlı ki, buraya gelmeden önce odunculuk yapıyormuş. Dün gece toplanarak konuşmuş, aralarında anlaşmış, içlerinde birktirdiklerini Mirleri’ne aktarmaya gelmişlerdi.
“Peki nedir vahim olan?” diye gene alttan aldı Sohrabhan. Yüzündeki endişeden, alın çizgileri derinleşmiş, birer yarık halini almışlardı.
“Mir’im. Çalareş Kalasenin Mir’i Emirxan’ı duymuşsunuzdur.”
“Ne olmuş ona? Yardıma mı ihtiyacı var?”
Birazcık birbirlerine baktıktan sonra, bakışlarını yere çevirmişler. ” O Mir, Sizi ortadan kaldırıp, arazilerinize el koyacağını söylemiş!”
Sohrabhan, sırtını bu süklüm püklüm insanlara çevirerekten, bir kaç adım ileriye geçip biraz düşünmüş. Tabii düşünmüş taşınmış ve sonuçta hiç bir sebep bulamamış. “Ben ki Emirxan’ı sadece duymuşum. Tanımam bile. O da beni tanımaz. Hiç bir gün bir iyiliğim de dokunmadı kendisine. Kursağına bir gram emeğim bile girmedi ki… Neden böyle birisi bana kastetmeye kalkışsın?” Sohrabhan, hemen ayıkmış! Aniden geriye dönüp kılıcını kılıfından çekmiş! Ve “Siz, bre nankörler! Bundan böyle bana en az yedi metre uzağımda durarak söyleyin söyleyeceklerinizi. Şimdi yıkılın karşımdan. Çıkın buradan…” demiş.
(……)
Yedi kafadar, Sohrabhan Efendi’nin Zevcesi Şehriban Hatun’a, yaptıkları yanlışı söyledikten sonra, ne yapacaklarını bilemeden, düşünmek için sıklıkla gittikleri yukarıdaki karanlık mağaraya varmışlar. Orada günlerce aç ve susuz kalarak kendilerine ceza verirler. Şehriban Hatun, üzülen ve sıkıntıdan kederden kendisini yiyip bitirmekte olan Sohrabhan Efendi’nin yanına varır ve derki: “Ya Mir, git ve getir şu fukaraları, bana suçlarını kendileri itiraf ettiler. ‘Mir’in bize o kadar iyiliği var ki,” dediler, “ödeyebilmemiz imkansız! Bunun karşısında eziliyorduk. Zamanla, bu derin eziklik öylesi bir merhaleye ulaştı ki, uykularımız kabusa döndü. Boğazımızdan yemek içmek geçmez oldu. Tek çaresi, onu ortadan kaldırmaya karar verdik!’ dediler. “Bir de, bahsi edilen o Mir Emirxan’ın oğlu Roja, Senemime tutkunmuş, sıksık gelip gidiyormuş buralara… onu da sana karşı başka sebeple kullanmak istemişler.”
“Fırsatçılar… Biliyordum!” dedi Sohrabhan. “Biliyordum… Ama bu kadarına varacaklarına asla ihtimal veremiyordum. Şimdi, bunların bana karşı yaptıkları nedir biliyor musun? Bunun adı; ‘Küfran-ı Nimmet’tir! Hani geçenlerde konuşmuştuk ya. O gezginci gelmişti o gün. Yemekten sonra kaval çaldı, masallar anlattı. Bir de hayvanlar alemini yorumladı. Hayran kaldım anlatımlarına gezgincinin. Hayvanları anlatırken, bir şey dikkatimi çekti. Hayvanların özelliklerini anlatıyordu: ‘Kurt, avını gırtlağından yakalar’ diyordu. Aslan, ensesinden tutar. Kaplan, pençe vurarak düşürür ve öyle yakalar. Tilki, biraz kurnazlıklar yaparak avını yakalar. Fakat Çakal için ne dedi? Hatırlıyor musun o anı? ‘Çakal, hiç bir yeteneğe sahip olmayan bir mahlukattır’ demişti. Şaşırmıştım! Çakal, hep pusuda bekler. Kendisine ait bir yeteneği olmadığından, başkasının yakaladığını yalar. Başkasının yeteneklerine karşı kıskanç kanlıdır demişti. Leş kargalarından söz ederken gülmüştüm. O kadar güzel açıyordu ki kollarını, bir de seslerini çıkarıyordu kargaların. Neyse, uzatmayayım. Haydi hazırlan, beraber gidiyoruz. Mağaraya gidip getirelim şunları. Çoluk çocuğuna bağışlıyorum yine de.”

Mağaradaki yedi kafadar, kendi aralarında konuşuyorlardı. Birbirlerinin siliüetlerine bakamayacak kadar utanca batmışlardı. Biri şöyle diyordu: Beni ilk gördüğünde, sırtımdaki odunlarla kasabaya gidiyordum, sordu, cevapladım. Odun satarak çocuklarımı geçindiriyordum.” Diğeri: “Ben insanlardan kaçıyor, bir kuytulukta yaşıyordum. Geçimsiz biriydim. Kimseler benimle geçinemediğinden, hep kavga ediyordum. En son dıştalandım. Öylesi bir noktaya geldim ki, bir merhabaya bile muhtaç oldum. İnsanlardan kaçtım. Geldi, elimden tutup, o koytuluktan çıkarıp sarıldı bana, çamurdan, kirden görünmez yüzümü, uzanmış sakallarıma aldırmadan öptü beni…” Diğeri: “Ben bir dilenciydim…”Diğeri: “Ben bir dülgerdim…” Herbirisi kendi hikayesini anlatıyor, içlerini paklıyorlardı… İnsanın kendisini tanıması ve haddini bilmesi de bir erdemdir.
(….)
Sultan nenemi de rahmetle anarken, (nur içerisinde yatsın) onun uzun hikayesinin kısa bir özetini paylaştım sizlerle. Sadece ders dolu olan bölümlerini…
Sevgili okuyucular, bu hikaye çok uzundur. Bu seferlik bu kadarıyla yetininiz lütfen. Uzatıp başınızı ağırttıysam affola. Yazılarımı okuyup değerlendiren ve bazan de bana e-mail atan dürüst ve yapıcı yaklaşan herkese teşekkür ediyorum. Fakat bazıları da var ki, başka işleri yokmuş gibi, ya da yazacak, üretecek yetenekten yoksun olduklarından olsa gerek, işleri güçleri onu bunu çekiştirmekle meşguldurlar. Her yazıları başkasına saldıran, öğreticilikten yoksun, agresifçe ve çoğu kez hakaret içeren yazılardır. Bu kesimleri zaten ciddiye almıyorum. Biliyor musunuz? Eskiden söylenmiş kimi sözlere bayılıyorum ben. Biliyorum ki uzun oldu ama, affınıza sığınaraktan bir kaç eski söz de ekleyip, bitireyim hemen: Cemiyetlerde, bilmeden konuşanlara “Cahil” denirmiş. Hayatta dostunu düşmanını seçemeyenlere, “Ahmak” denirmiş. Etrafını dinleyen, birilerinin açığını gediğini arayan; kulağı kapı deliğinde olan, arkadaşını, eşini dostunu çekiştirene, “Düşkün” denirmiş. “Düşkünden Mürşid olmaz!” diyordu büyüklerimiz. Birileri de, bir değerlendirmesinde kağnı arabasının kölgesinde yürüyen korkak tilkilerden sözediyor. Merhum Aziz Nesi’ni de analım bu vesile ile. Merhum Aziz Nesin’in bayat bir kopyası da olsa (zaten böylelerinin işi gücü kopyadır), fakat hakikaten güzel yazmışlar. Tilkiyi çok güzel açıklamışlar. Ellerine yüreklerine sağlık. Bir de şöyle yapsalardı: Hep arkadaşlarının, tanıdıklarının açığını ve gediğini arayan ve onları, oraya buraya jurnallayan ispiyoncuları yazsalardı. Ve de yukarıdaki hikayede de geçtiğ gibi; her yetenekten yoksun olan ve kalleşçe pusularda yatıp fırsat kollayan çakalları da yazsalardı, sahiden alkışlayacaktım kendilerini. Onu bunu korkaklıkla itham eden o BİLGİSAYAR ve CLAVİYE kahramanlarına şöyle sesleniyorum: Madem ki yiğitsiniz, dünya cayır cayır yanıyor işte… Hem de memleketinizde… Devrimse devrim’i, Alevilik’se Aleviliği kurtarmak adına; eskilerde çeşme başlarında biriken hanımlar gibi; oturup dedikodu yapacağınıza, savaşa gidinsenize! Hodri meydan… Bilgisayar başında oraya buraya küfretmek yiğitlik olsaydı, sizin gibilerin çoktaan heykelleri dikilirdi meydanlarda…
Sevgili gençler, benim ömrüm boyunca yaptığım hatalara girmek istemiyorsanız eğer; hayatta üç kesimden uzak durunuz: Çakallardan, Düşkünlerden ve Dalkavuklardan uzak durunuz! Dalkavuklar, geçici olarak sizden yararlanmak için, sizi en yakınınız olanların bile üzerine gönderebilir. Öyle beyinlerinize girerler ki, sizi siz olmaktan çıkarırlar. En sadık dostunuzun kendileri olduğunu sıklıkla tekrar ederler. Fakat bir gün, size el uzatacakları gününüz geldiğinde, işte o vakit sakın onları aramayınız. Ortalıktan kaybolurlar!
Sonuç olarak, her kelimesi bir sanat eseri olan dünyanın bütün çocuklarının saygıdeğer Öğretmeni, Jean De La FONTAINE ile bitirelim isterseniz: “Her dalkavuk bir alığın (alık) sırtından geçinir.”

Derin saygı ve selamlarımla
M. Zewal Dogan

Please follow and like us:
Pin Share

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın