Mendil Sen Kokuyordu…

Sarı Mercedes toprak yollarda, sarsıla sarsıla ilerliyor, bir yaprak gibi sallanıyor, çukurlara dalıp çıkıyor, yoluna devam ediyordu yine de. Sürücüsü hâlinden memnun görünüyordu, altındaki pahalı arabanın çukurlara dalıp çıkmasından hiç şikâyet etmiyor gibiydi. Dudağında kederli bir türkü tutturmuş, keyifle söylüyordu…

“Baba! Duyuyor musun bizi? Sana söylüyoruz!“ diye bağıran, arka koltukta oturan çocuklarını duymuyor gibiydi. “Bari susmuyorsan değiştir, bir başka türkü çığır.“

Baba ön camı yarılamış, dışarıdaki temiz havayı ciğerlerine soluyor, kokluyor  ‘’Oh be!“ diyordu.“ ‘’İşte gerçek yaşam bu!“

Epey yol aldıktan sonra araba bir yol kenarında, gürül gürül akan bir köy çeşmesinin önünde durdu. Araçtan önce biri erkek ikisi kız olmak üzere üç çocuk indi. Onları anneleri izledi. En son sürücüsü indi, iner inmez de doğruca çeşmeye seğirtti, herkesin bakışları arasında, başını gürül gürül akan suyun altına soktu. “Halil“ diye bağırdı karısı. “Şaşırdın mı sen? Nedir o çocukça yaptığın öyle?

Halil oralı bile olmadı, duymazdan geldi karısını. Karısına inat edercesine, başını bir kez daha soktu soğuk suyun altına, bir güzel ıslattı. Başındaki sular aşağılara kadar taştı, ütülü, pahalı gömleğini ıslattı. Babasının bu çocuksu hâlini gören çocuklar kendi aralarında gülüşmeye başladı. Küçük kız Side babasına öykündü, çeşmeye koştu, başını çeşmeden akan buz gibi soğuk suyun altına soktu, tüm vücudunu ıslattı neredeyse. Üşüdü, içi titredi. Gülüşmeler çoğaldı, baklava börek tadında…

Çeşmenin kurnasına bir ip yardımıyla bağlanmış, alüminyum kupadan bolca suyu kana kana içtiler. Çocuklar önceleri kupayı sağlığa uygun görmeseler de, çaresizce kabullendiler… Hava çok sıcak ve yakıcıydı. Su soğuktu, içimi tatlıydı ve midede şişkinlik yapmıyordu. Özlemişti Halil… Özlenmişti su… Tamı tamına on yedi yıl geçmişti, bu çeşmenin suyundan içmeyeli, tadılmayalı bu sudan…

Halil bu toprakları bırakıp gideli, bir daha da geriye dön(e)memişti. Dalıp gitti, on yedi yıl öncesine… Bir sabaha karşıydı, tan yeri ağarmamıştı daha, ama köyleri Jandarma tarafından basılmış, dört bir yanı ablukaya alınmıştı. O zamanlar on dokuz yaşlarında var yoktu. Jandarmanın ablukası altındaki köyden, anası bir yolunu bulup onu gizlice köyün dışına çıkartmış, kaçmasına yardımcı olmuştu. O da kendisi gibi aynı “kaderi“ paylaşan yoldaşlarıyla yurtdışına çıkmış, önce mülteci olmuş, ardından belirsizlik içinde beklemiş, aylarca hatta yıllarca bocalamış ve çok acıları tatmıştı…  Gözünün önüne her getirdiğinde yaşadıklarını, içi eziliyor, yüreği burkuluyordu. Her şeyin özlemini, hasretini çekti yıllarca.  Özlemleri koca bir deniz oldu, hasretleri içinde taşıdı, onları bir çığ gibi büyüttü. Yine de sert esen rüzgârlara karşı direndi, aşındırmadı yüreğini. Kendi deyimiyle “insanlıktan çıkmadım daha ”diyordu.

Zaman kağnı gıcırtısı gibi yavaş da olsa geçiyordu. Geçerken insanların da çok şeylerini alıp götürüyordu beraberinde. Halil zor geçen yılların ardından, mülteci olduğu ülkenin vatandaşı oldu sonunda. Vatandaş olunca da kendi anavatanına korkusuzca girme şansını yakalamıştı kendinde. Yakaladığı bu şansı sonuna kadar kullanmak istiyordu. Sonucu nereye varacaksa, ne pahasına olacaksa da deneyecekti…

Ülkesinde tanıdık bir avukat arkadaşını aradı bir akşamüstü, dosyasını sordurttu. Avukat arkadaşı birkaç gün sonra:

“Türkiye’ye gelmende bir sakınca yok”  dedi. “Rahatlıkla gelebilirsin. Hem dava dosyan çoktan düşmüş…”

Halil “zaman aşımı ve takipsizlik kararı” lafının üzerine cesaretlendi birden, ailesiyle arabasına atladığı gibi köyüne doğru yola koyuldu. Türkiye’ye Edirne sınır kapısından girdiler. Onca korkusu boşa çıkmış, biraz olsun rahatlar gibi olmuştu. Sınırdan içeri sorunsuzca geçilmişti, sırada baba evine ulaşmak vardı. Heyecanı bu yüzdendi. Bu yüzdendi, yolda gördüğü her çeşmeden kana kana su içmesi. Yine bu yüzdendi dışarısının havasını defalarca içine çekmesi, soluması bu yüzdendi… Her şeye karşı içinde dayanılmaz bir açlık duyuyor, ona ulaşmak için müthiş bir istek taşıyordu. İçindeki yangını hiçbir çeşmenin buz gibi suyu dindirememişti, yangın hâlâ içinde bir yerlerde sönmemiş yanıyor, sessizce devam ediyordu. Sessiz ve dumansız bir yangın…

Biraz dinlendikten sonra, yeniden direksiyon başına geçti Halil, usulca bastı gaza, tozu toprağa katarak hareket etti araç. Mercedes, dağların arasında bir yılan gibi kıvrılarak dolanarak giden yoldan ilerliyordu. Az önlerinde bir tarla kuşu havalanıverdi, sevinçle kanat çırparak. Yol sakindi, ne karşıdan gelen bir araç vardı ne de bir canlıya rast geldiler. Birden bir mucize oldu sanki önlerine bir traktör çıktı aniden. Frene usulca bastı, hızını yavaşlattı Mercedes’in. Direksiyonu bıraktı elinden, araçtan dışarıya attı kendini heyecanla. Traktörün arka kasasında bağdaş kurup oturmuş, tarladan dönmekte olan köylülere koştu, tek tek baktı yüzlerine. Belki aralarında bir tanıdık, bir yakınımı görürüm umudunu taşıyordu. Umudu boşa çıkmamış, gerçeğe dönüşmüştü.

“Ali Emmi!“ diye bağırdı heyecanla.  “Nasılsın?“

Ali Emmi şaşkın şaşkın baktı ona. “Tanıyamadım oğul seni “ dedi. “Kusuruma bakma e mi?“

‘’Ne kusuru Ali Emmi? Ben Doktor İsmail’in oğlu Halil’im.“

Ali Emminin gözlerine bir ışık geldi birden, parıl parıl parıldadı. Sevincini gizlemeden,

“Halil sen ha“ dedi. ”Tanıdım, tanıdım”

Traktörün kasasına tutunarak güçlükle kalktı ayağa. Birilerinin el vermesiyle yere indi. Halil onun nasırlı ellerine sıkıca sarıldı, defalarca öptü. Toprak kokuyordu Ali Emmi, hasret kokuyordu…

“Köyüme, baba ocağına gidiyorum Ali Emmi, istersen gel seni de yanımda götüreyim.“

‘’Sonra gelirim oğul.“ diyerek Halil’den gelen daveti geri çevirdi, üstünü başını bahane göstererek.

Çocukları ve karısı arabada, oturdukları yerden olanı biteni izliyorlardı. İlk kez babalarını haşarı bir çocuk gibi yerinde duramaz bir hâlde ve bir o kadar mutlu ve sevinçli görüyorlardı. Karısı onun bu davranışı karşısında gizli gizli gözyaşı döktü.

Akşamın alacakaranlığı çökmek üzereydi, güneş salına salına dağların ardına indi, saklandı yuvasına. Traktör farlarını yaktı, sarsıla sarsıla yoluna gitti. Mercedes de kendi yoluna…

Güneşin ortalığı aydınlattığı bir saatte köylerine giden yolun sapağına geldiklerinde, usulca bastı frene. Sarsmadan aracı durdurdu, indi. Kırışmış pantolonunu düzeltti. Karısına, ‘’Sen kullanır mısın hayatım?“ diye rica etti, sesi titriyordu. Heyecanı yüzüne vurmuş geziniyordu. Bir sigara yaktı, heyecanını dağıtmak için. Derin bir nefes çekti sigarasından. Birden arka kapısı açıldı arabanın, çocuklar kendilerini dışarıya attılar. “Mami!“ diye bağırmaya başladı küçük kız Side. “Kuzulara bakın hele bir! Ne kadar da sevimliler.“

Tam karşılarındaki çimenlerde koyunlar otluyordu, yanlarında yeni doğmuş sevimli mi sevimli kuzucukları vardı. Yanlarına koştular hemencecik. Çocuklar koştukça, yavrular ürktü uzaklaştı, onlardan.

Karısı direksiyonun başına geçip oturdu, Halil rahatlamış, her şeyi daha iyi düşünür ve taşınır olmuştu. Anasını, babasını, kız kardeşini, çocukluk arkadaşlarını, yıllar sonra ilk kez dünya gözüyle görebilecekti. Gördüğünde neler yaşanacağını kestirmeye çalışıyordu. Bunca yıldan sonra, anası onu tanıyabilecek miydi? Bilemiyordu, kestiremiyordu bir türlü. Babası torunlarını ilk kez gördüğünde neler yapacaktı? Onları basacak mıydı bağrına? Hem neden basmasın ki, torunları değil miydi onun? Torunlar babaannesine ve dedelerine karşı nasıl davranacaktı? Bilemiyor, yalnızca merak ediyordu. İçindeki heyecanı artıkça artıyordu.

Köye girdiklerinde, köyün değiştiğini fark etmekte gecikmedi Halil. Köyün çehresi değişmişti; balkonlu, bir kaç katlı modern evler yükseliyordu köy yerinde. Ama yine de köy yolunda, çeşme başlarında kovalarına su doldurup telaşla evlerinin yolunu tutan genç kızlar yok değildi. Yüzlerine dikkatlice bakındı, tanıdık bir yüz yoktu aralarında. Başka bir köye geldiğini sandı önce. Ta ki karşılarında baba evini görünce uzaklaştı bu düşüncesinden.  “İşte burası benim baba evim.” diye işaretledi, tam karşılarında durmakta olan büyükçe bir evi. Karısı arabayı usulca durdurdu. İndiler…

Evin sokak kapısı yıllara inat hâlâ ayaktaydı, zamana direniyordu âdeta. Yalnızca menteşelerin yerleri bir kaç kez yer değiştirmişti. Bunu da boş çivi yerlerinden anlayabilmek mümkündü. Kapı dışarıdan itilince, kendiliğinden içeriye doğru müthiş bir gıcırtıyla açıldı. Yere, boşluğa düşer gibi oldular. Önde Halil, arkasından karısı ve çocukları doluştu içeriye… Kapı büyük bir bahçeye açılıyordu ve onlarca ağaç vardı bahçede: Şeftalilerin ağırlığı, dalları yere kadar sarkıtmıştı. Her yeri meyve ve çiçek kokuları sarmıştı. Bahçedeki sundurmanın hemen altına iki tahta sedir konulmuştu, sedirin üzerine halı desenli minderler özenle yerleştirilmişti. İki sedirin arasına kilimler seriliydi, kilimin üzerinde kocaman bir sini vardı. Sininin içinde, ilk göze çarpan tereyağı, çökelek, yeşil soğan, bal, zeytin ve bolca yufka ekmeğiydi. Bardaklardaki çay sıcacıktı, çayın dumanı tütüyordu hâlâ. Halil yüreğinin sıcacık bir ekmek gibi yumuşadığını hissetti birden. Sininin etrafına bağdaş kurup afiyetle sabah kahvaltısı edenlere, “afiyet olsun” diye seslendi. Sofradakilerin hepsi derin bir şaşkınlık içindeydi. Göz göze gelince, bu kez  ‘’Merhabalar’’ dedi, sesinde bir heyecan okunuyordu.

Sofradakiler ağız birliği etmişçesine, “Sağ ol“ dediler.

“Buyur evlat sen de katıl soframıza“ dedi, altmış-altmış beş yaşlarında saçları kırlaşmış, güler yüzü bir erkekti bu.  Halil tanıdı hemen, karşısında duran babası Doktor İsmail’i. Doktor değildi ama sıhhiyeciydi. Köy yerinde  ”Doktor İsmail” olarak anılırdı. Doktorluğu köy sınırını aşmış civar köylere kadar ulaşmıştı. İçinde bulunduğu dönemde muhalif olduğu Adalet Partisi onu Antep’ten Doğu’ya Şark Hizmetine göndermek istemiş -ki aslında sürmek, yıldırmak, gözdağı vermekmiş niyetleri- o da gitmemek adına direnmiş, baş edemeyince de istifa etmiş devlet memurluğu görevinden. Ama doktorluğu kendi köyü ve civar köylerde devam etmişti.

Kısa süreli yaşanan bir sessizliğin ardından bir iki kişinin ancak sığabileceği kadar bir yer açıldı sofrada kendiliğinden. Halil’in heyecanı bitmiyor, aksine katlanarak artıyordu. Üstelik kendisini tanıyan çıkmamıştı. Sürpriz yapacağım diye, önceden kimseye haber de vermemişti… Doktor İsmail bahçe içerisinde bekleşmekte olan, sofraya buyur ettiği kişilere dönüp dikkatlice bakınca oğlu Halil’i tanıdı hemen. Birden, “Halooo“ diye bağırdı. Bağırtısı bir hançer olup göğü yırttı âdeta.“ Halom benim.“ Oturduğu yerden fırladı kalktı ayağa, koştu Halil’e. Halil de ona…

Sofradakilerin lokmaları ellerinde öylece kalakalmış, donmuşlardı sanki. Herkes şaşalamış, donakalmıştı âdeta. Halil ve babası birbirine sarılmış bir hâlde ağlıyorlardı. Karısı ve çocukları böylesi bir manzara karşısında gözyaşlarını tutamayıp saldılar. Gözyaşı musluklarını sonuna kadar açmışlardı. Sofradakiler de bu ağlama kervanına katılmakta gecikmediler. Herkes ağlıyordu şimdi.

Halil’in annesi kendi dışında nelerin döndüğünü anlamış değildi hâlâ. Gözleri son günlerde iyice bozulmuş, hiçbir şeyi seçemez olmuştu. Yer sofrasındakiler birbirleriyle yarışırcasına kalktılar ayağa. “Ana“ diyordu bir erkek. Otuz yaşlarında, boyu ortadan az uzun, kemikli burunlu, yüzünde çiçek yanığı olan biriydi bu. Gözlerini saklayan nereden alındığı belli olmayan bir gözlük takmıştı.

“Ana’’ diye bağırdı bir kez daha. ’Sana söylüyorum. Abim Halil bu! Oğlun Halo!“

‘‘Yo beni kandıramazsınız “dedi ana. “Öyleyse nerede benim Halom. Peki, ben neden göremiyorum ki’”

Bahçede kendiliğinden bir sevgi yumağı oluşmuştu. Herkes birbirine sevinçle sarılıyordu.  Ağlamalar, bağırtılar, sevinç naraları bahçeden dışarıya taşmıştı. Sesleri ta evlerinden duyanlar, “neler oluyor?” diye biraz da meraklarını bastırmak için, Doktor İsmail’in evine doğru sökün etmeye başladılar…

Halil babasından koptu, anasına doğru olanca tüm hızıyla koştu, anasının ellerine sıkıca sarıldı; kana kana öptü, öptü…  “Anam, anam, benim güzel, çilekeş anam.’ diye söyleniyordu.

‘’Tanımadın mı beni, güzel anam? Benim ben. Oğlun Halil.”

Kadın, Halil’i kokladı, yüzünde birikmiş terini sildi entarisinin yeniyle. Bu kez entarisinin yenini öpüp kokladı. Sonra birden Halil’den sıyrıldı kurtardı kendini, eve doğru koşup girdi içeriye. Halil şaşkındı…

Sandığı açtı, içinde daha önceden bin bir özenle ütülenip katlanarak üst üste dizilmiş kumaş parçalarını bir bir sandıktan çıkarmaya başladı. Bir şeyler aradığı her hâlinden belliydi. İlk bakışta sararmış olduğu her hâliyle belli olan, buruşmuş bez bir mendili bulunca rahatladığını hissetti, bir çocuk gibi sevindi hatta. Her şeyi oracıkta olduğu gibi bırakarak yeniden bahçeye Halil’e koştu, elindeki mendili defalarca kokladı. Mendiliyle Halil’in yüzünde birikmiş boncuk boncuk terleri sildi. Mendili burnuna götürerek tekrar kokladı, olmadı bir kez daha kokladı. İyice emin olmak istiyordu. Birden bağırıp çağırmaya başladı:

”Halom!“ diyordu. ”Anan sana kurban olsun! Demek sen geldin ha? Yiğidim, aslanım!”

Halil’e sıkıca sarıldı, tüm bedeni zangır zangır titriyordu. Öpmeye başladı yüzünü, gözünü, her yanını öpüyordu. Saçlarını kokladı, öptü… Saçlarının yer yer döküldüğünü, aklaştığını fark etti, ama sesini çıkarmadı yine de.

”Ah Halom “ diyordu. ”Senin yokluğunda, seni ne çok özledim bir bilsen! Seni her hatırladığımda hep bu mendildeki terini kokladım. Mendil sen kokuyordu. Mendil seni alıp bana getiriyordu. Mendili sana sarılır gibi geceleri koynuma sokuyor, öylece birlikte uyuyordum. Gittiğim her yere beraberimde seni de götürüyordum. Sen bendeydin hep, gitmedin ki hiç uzaklara. Hep Hızır’a dualar ediyordum, ölmeden bir kez de olsa seni bana göstersin diye… Bak Hızır dileğimi kabul etti, seni bana yolladı.” Sesi çatallaştı, yüreğinin atışlarını kulağında duyuyordu. Heyecanı kat kat artmıştı. Gözleri kararır gibi oldu. ”Oğlum, mum kokulu oğlum” dedikten sonra dayanamadı bir yılan gibi kaydı Halil’in elleri arasında, yığıldı kaldı olduğu yere, kendinden geçmiş bayılmıştı. Halil telaşlandı birden, elini tuttu, nabzına baktı.

“Çabuk su getirin, kolonya getirin!” diye bağırmaya başladı.

Yerde baygın yatan anasını, dizlerinin üzerine yatırmış, eliyle saçlarını arkaya doğru tarıyor, yüzünü okşuyor ve ağlıyordu Halil. Karısı Halil’e, çocukları babalarına ağlıyordu. Herkes birilerine ağlıyordu. Annesi yerde baygın bir hâlde sayıklıyordu:

”Oğlum, Halom, mum kokulu oğlum” diyordu.

Gelini, torunları yanı başındaydı. Başucuna çöken küçük kız Side, minnacık pamuğu andıran ellerini, kadının solgun yüzünde gezdiriyor, bir yandan da, ”Babaanne, babaanne” diyordu. ”Gözlerini aç, bir bak tatlı torunun Side başucunda. Seni görmek istiyor.”

Yerde baygın yatmakta olan kadın hiç kimseyi görmüyor, duymuyor yalnızca,

”Halom” diye sayıklıyordu.

 

Please follow and like us:
Pin Share
Necmettın YALÇINKAYA hakkında 9 makale
Necmettin Yalçınkaya 2 Şubat 1960‘da Kars Sarıkamış’ta doğdu. Doğumundan çok kısa bir süre sonra İzmir’e taşındı. Namık Kemal Lisesi Edebiyat Bölümünü 1978’de bitiren Yalçınkaya, Edebiyata Ortaokul yıllarında ilgi duydu, okul dergilerinde deneme ve makaleler yazdı… 78 kuşağından olan Necmettin Yalçınkaya 1980’lerin cezaevleri ile tanışmasını sağladı ve öykücülüğünü ilerletmesini sağladı. 2003 yılından beri İsviçre’de politik sığınmacı olarak yaşayan Yalçınkaya, İsviçre’de çıkmakta olan Bakış Dergisi başta olmak üzere pek çok yerel gazete ve İnternet gazetesinde yazı ve makaleleri yayınlandı. Bazı öykü ve şiirleri Almanca olarak yayınlandı. Evli olan Yalçınkaya, iki kız babasıdır. Yalçınkaya’nın yayınlanmış eserleri: Anamdan İnciler 2011 Anadolu Ofset 12 Eylül’de de Çok Güldük nitekim! 2012 Ozan yayıncılık 2013 Mendil Sen Kokuyordu Ozan yayıncılık İletişim: n-yalcinkaya@windowslive.com

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın