İNANÇLAR ve ETNİSİTELER

Tawkirar sitesinin sevgili okur yazarları, merhaba. Yazıma başlamadan önce ODTÜ’nde olan hadiseyi ayıplayarak başlamak istiyorum. Bir Alevi olarak, Bir Kürt olarak, bir Devrimci olarak ve onun da ötesinde diğer bütün kimliklerimden bağımsız; bir insan olarak, başörtüsüyle üniversite kampüsüne girmek isteyen öğrencilere yapılan saldırıyı kınıyorum. Saldırıda bulunanlar, her kim iseler ve ne adına, hangi amaç uğruna böyle davranırlarsa davransınlar; yaptıklarını gayri insani buluyorum. Zira, öylesi anlayışa sahip olanlar, bir zamanlar Denizler ve arkadaşlarının direnişlerine beşiklik etmiş olan (ODTÜ’ni) o görkemli mirası, kölgelemeye çalışıyorlar. Onlar, kim olurlarsa olsunlar, aydın ve ilerici değil, başkaları tarafından kullanılan piyon kimselerdir diyorum. Anadolu’da ilericiler, sahici devrimciler; halkın değerlerini, kutsalını asla yadsımayan  ve yadırgamayanlardır. Halk kitlelerini, neye inanırsa inansın; inançları ile kucaklayanlardır. Zaten Mustafa Suphiler’in çıkışından bu yana, halkıın, halkların hiçbir değerini gözönünde bulundurmayan, kitleleri hakir gören, geri gören kesimler, maskeleri ne olursa olsun, marijinalleşmekten kurtulamamış, devrimcilik adına devrime, ilericilik adına ilericiliğe, aydınlık geleceğe zarar vermişlerdir. Zarar vermeye de devam etmektedirler. Tıpkı, bu gün Alevilik adı altında, Aleviliği aşındırmaya çalışan kesimler gibi… Geçiyorum.

Değerli arkadaşlar, bilindiği üzere 29 Kasım 2010 tarihinde ilk defa dünya gündemine düşen belgelerin (Wikileaks açıklamaları) ardından dünyanın savaşlardan hiç kurtulmayan sahası Orta-Doğu yeniden alevlendi. Bir bahar furyası  başladı. Bir deprem. Bir uyanış hareketi. Bu kez, dipten gelen dalgalar halinde kitleler kendi yöneticilerine karşı kapsamlı başkaldırı furyası başlattı. Hala devam ediyor… Birinci dünya savaşından hemen sonra (1920’lerden hareketle) dönemin dominant güçleri (savaş galipleri olan) Fransa ve İngiltere bu bölgeyi kendi istemleri ve stratejik amaçları doğrultusunda şekillendirip, yapay sınırlarla bölge halklarını yönetebilecekleri bir konuma getirmişlerdi. Koca Arap-Yarımadası’nı ufaltarak eyaletler haline getirip, yenilir yutulur bir şekle koymuşlardı. Aynı kan bağlarına sahip olan akrabaları bile (Kürdistan örneğinde olduğu gibi) dikenli tellerle birbirinden ayırmış, tel direklerinin iki yakasına da mayınlar yerleştirilmişti. Her belirledikleri sınırın içerisinde kalan kitlelerin başına öylesi yönetimler musallat etmişlerdi ki, yönetiminde bulunan halklara kan kusturmak adına birbirleri ile yarışıyorlardı adeta bu yöneticiler… Otuz yıl aynı kişinin yönetiminde olmak, hatta kiminde kırk yıl! Yönetimdeki adam akıllıysa ne ala, ama zıvanadan çıkmış olan birileri ise, vay o topraklarda yaşayan kimselerin haline… Onlarca yıl, sözüm-ona babadan oğula geçen (seçimli) yönetimler. Adını bir de demokrasi koymuşlardı yönetimlerinin. Sözümona seçilerek iktidara geliyorlardı. Tek partili seçimler, tek partili iktidarlar ve sandık oyunları… Kiminde rütbesine bakmadan asker kökenlilere başvuruluyor, demir yumruklar aranıyor ve ordu tarafından darbe ile iktidara taşınıyorlardı… Tunusta, Zeynel Abidin Bin  Ali, Mısır’da  Hüsnü Mübarek, Irak’ta Saddam Hüseyin, Suriye’de Hafız El Esad, Türkiye’de Mustafa Kemal… ve bilmem nerede kim! Ta ki, 1917 Ekim Devriminin beraberinde getirdiği ayrışma ve  soğuk savaş stratejileri değişinceye kadar bu durum böylece süregelmiştir…

Ama bugün, bu gün durum farklıdır. Bu startejiler gelecek konseptlere cevap verecek durumda görünmüyorlar. Öyleyse, yeni bir strateji gereklidir. Saddam Hüseyin Kürtleri Halepçe’de katledince (1988) kimseden gık çıkmazken; iki yıl sonra Kuveyt’i işgal ettiğinde, yer yerinden oynadı. Çıkarlara dokunulmuştu. Kürtlere iki yıl önce ve daha önceleri yapılanlar, hatta Şiiler’e yönelik katliamlar bile, birer birer taşındı televizyon ekranlarına… Ne vicdan ama! Ne Adalet, değil mi?! Şimdi de, Beşer Esad kimyasal silah kullandı mı acaba? Yok yok kullanmadı… Hayır kullandı! Yok ya kullanmadı… Kitlelerle (dünya ile) dalga geçmek buna denir işte! Aslında bu sahaya nasıl midahale edileceği kestirilemediği için neyi nasıl oynayacakları, tiyatronun hangi mizansenini sunacaklarını bilemiyorlar bir türlü. Yoğunlaşma devam ediyor…

Diğer bir husus da, Türkiye’de AKP’nin sabırsızlıkla olayların üzerine çullanması ve bir an önce Suriye sınırına girme hevesidir! İnsan hakikaten bu iştahlarının gizli sebebini anlamaktan zorlanıyor. İçeride (Türkiye’de) arada bir Kur’an’la ilgili olan birkaç fakir fukarayı
yakalayıp televizyon ekranlarında teşhir ederek, sözüm-ona El Kaide militanlarını yakaladığını söyleyerek bir yerlere yaranmak isterlerken, diğer yandan; El Kaide ve El Nusra gibi kara örgütlere, insan kasaplarını yetiştirip sıradan sivil insanların üzerine göndermesini ne ile izah edeceklerini bilememektedirler! Diyelim ki “Özgür Suriye Ordusu,” kitlelere ait, halka ait olan hak ve özgürlükler adına Beşer Esed’e karşı direniyor. Sizin söyleminiz budur. Peki Rojava’daki sivil Kürt insanları, bunların neyini  gasp-etmiş oluyor ki, onlara karşı en insanlık dışı yöntemlerle saldırıyorlar. Kürtler Özgür Suriye Ordusu’nun neyini gaspetmişti? Neyin intikamını alıyorlar onlardan? Bu Kürtler’in ezici kesimi de namazında, niyazında kesimlerdir… Bir de bunu, “İslam” adına yapıyorlar bu vahşiler. Lanetler olsun sizin öylesi “İslam” anlayışınıza o zaman, haşa İslam’dan… Öldürülen hasmının kalbini söküp çıkarmak, hangi kitapta yazıyorsa; lanetler olsun o kitaba da!!! Bu mudur insan, iman ve ibadet anlayışınız vahşiler? Bu vahşilerin kimyasal silah kullanmadıklarını kim söyleyebilir ki bana şimdi? Ha, o kadar imkanları yok onların, öyle mi? Var var… Bal gibi var. Arkalarında kimlerin olduğunu bilmeyen var mı artık? Efendim, çocuklar ölüyormuş, kadınlar ölüyormuş, bilmem ne… Canileri yetiştirip gönderirseniz eğer (ki Baba Esad döneminin intikamını alıyorsunuz şimdi) sonu böyle olur işte. Unutmayın, ilk ateşin kıvılcımlarını siz yaktınız. Ve bu ateşin bir gün nereyi yakacağı da belli olmaz… Neyse, uzatmayayım.

Sonuç olarak, kardeşi kardeşe kırdıtan, kimsenin kimseye inanmadığı bir ortam yaratılmak istenmektedir. Ben, bireysel olarak demokrasilerden yanayım. Kimsenin tarafını tutmuyorum. Tek kişilik totaliter rejimlerin hepsinin tarihin çöp tenekesine atılmasından yanayım. Ama sahiden, halklar adına yenilikler getirerekten. Gerçek demokrasiyi inşa ederekten. O topraklar üzerinde yaşayan bütün etnik gruplar ve inanç zümrelerinin hak ve özgürlüklerinin korunduğu bir demokrasi anlayışı, insanım diyen herkesin tercihi olur. Ben bu düşüncedeyim. Birçok arkadaşımın beni eleştirmelerine rağmen, örneğin Mısır’da, sayın Muhammed Mursi’ye karşı yapılan kanlı darbeyi bir kez daha kınıyorum. Eleştiren yine eleştirsin. İnsanız be! Bırakın da, isteyen istediğine inansın… Kimse kimseye kendi doğrularını dayatmasın artık! Ey insanlar, sizler birbiriniz ile komşu iken, hiç yanınızdaki  ile bir sorununuz var mı ki? Alevinin Sünni ile, Hıristiyanın Ermeni ile, Yahudinin Kıpti ile… Ne bileyim yani, komşuluk hakkı için bile olsa, insanlar inançlarından dolayı neden birbirleri ile düşman olsunlar? Anlayamıyorum. O zaman sorun sizin değil, sizi tahakküm altına almak isteyenlerin, sizi yönetmek isteyenlerin sorunudur. Sorun güç olma, yönetici erk olma sorunudur! Sırf güç olma adına günahsız ve savunmasız insanların yaşamını hiçe sayanları Hakk’a havale ederek bitirelim isterseniz… Hakk’ın adaletine inanıyorum. Geç de olsa bir gün tecelli edecektir… Hakk’ın Nur’u hepinizin üzerine olsun, güzel insanlar!

Derin saygı ve selamlarımla,
M. Zewal Doğan

Please follow and like us:
Pin Share

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın