SİYONİZM VE ANTİSEMİTİZM

Uzun zamandır Paris merkezine trenle inmemiştim. Bu koca şehrin adı ne zaman geçse, sanki çok çok uzağımdaymış gibi olurum nedense. Bu şehrin ismi ne zaman geçse, bu metropolitan kentin hakında gördüğüm filmler, okuduğum romanların sayfaları, duyduğum şiilerin mısraları bir bir dizilir düşer zihnime kendiliğinden, birer birer.

Dün akşamdan beridir heyecanlıyım. Paris’i ilk defa görecek olan birilerinin heyecanı değil bu tabii ki. Heyecanım başka sebepli… Uyku girmedi gözlerime bütün gece.

 

Yatağımda sağa sola kıvranıyorum. Olmuyor. Kalkıp sessizce mutfağa yöneliyorum. Ev ahalisini uyandırmamaya dikkat ediyorum. Süt ısıtıp içiyorum, çocuklar gibi. Uykum olmasa da, gelip uzanıyorum yine yatağıma. Çalar saatimin sinirleri tırmalayan sesiyle yeni  yeni dalmış olduğum uykumdan uyanıyorum.

 

Saat beş. Fazlaca yatmamış olmama rağmen, kendimi yine de zinde hissediyorum. Hemen hazırlanıyorum…
 
Banliyö treniyle kırk iki dakikalık yolculuktan sonra, Paris St. Lazar garında sağa sola su gibi akmakta olan insan seline karışıyor, metro duraklarına doğru yöneliyorum. Elimdeki metro istasyon duraklarını belirten çizelgeye bakıyor, Vile-juif durağına gidecek olan metroyu belirlemeye çalışıyorum.

 

Bir anlık elimdeki çizelgeye bakıp dalıyorum. Ve gideceğim yerin, yani Vile-Juif’in –Yahudi Şehri-anlamına geldiğini kendi kendime tercüme ediyorum. Birazcık şaşırıyorum…

Ve bu sırada, günlerdir okumakta olduğum artık bitmek üzere olan SERENAD‘ın şu an elimde bulunmasının bir tesadüf olamayacağını düşünüyorum. Hayatta hiç bir zaman tesadüflere inanmadığımı bir kez daha idrak ediyorum zihnimde.

 

Değiştire değiştire, on üç durak metro yolculuğu yaptıktan sonra, iniyorum. Yine kalabalık insan nehrinin içerisinde bir damlaymışım duygusuyla, metrodan yeryüzüne doğru ilerleyen kimselerle yukarıya çıkıyorum. Önemli bir aceleleri varmışçasına, telaşla sağa sola koşturan insanlar arasında ben de adımlarımı hızlandırıyor ve eğitim alacağımenformasyon merkezine ulaşıyorum. Üzerinde TEMİS yazan büyük ve renkli tabelanın hemen altındaki giriş kapısının manyetik düğmesine basarak içeri giriyorum.
 
Kendimi tanıttıktan sonra, “Kısa dönemli elektrik stajı almak istediğimi” söylüyor, elimdeki eğitim formunu uzatıyorum. Beş dakika gecikmiştim. Zira adresi bulmak kolay olmamıştı. Sekreter nezaketle karşılıyordu. İçtenlikle gülümseyen sekreterin bana işaret ettiği kapıya varıp, üç kez kapıyı çalıyorum. İçeriye, gecikmişliğin verdiği bir utangaçlıkla girip, herkesi selamlıyorum.

 

Öğretmenim yaklaşıp elimi sıkıyor ve gülümseyerekten oturacağım yeri gösteriyor bana. Geçip oturuyorum. Benden sonra gecikmiş olan iki arkadaşım daha geliyor sonra. Onların gecikmesi, deminki utangaçlığımı az da olsa hafifletiyor nedense.

 

Herkes birbirine gülen, gülümseyen gözlerle bakıyor. Öğretmenimiz, Mr. Argaub, kendisini tanıtıyor ve ders tahtası olarak kullanılacak beyaz tabloya, kalın yazar kalemle, adını yazıyor. Sonra tek tek kendimizi tanıtıyoruz ve ne amaçla bu stajı yapacağımızı söylüyoruz. Zamanın nasıl aktığını farketmeden derslerimizin girişine başlıyoruz.

 

Elektrik öğretisinin ilk temel denklemlerinden (P=U.I ve U=P/I)hareketle, faz, nötr ve toprak hattının bileşkesini veya eksi-artı denkleminin işlerliğini gözden geçiriyoruz.
Anlatımları, meslektaşlarım arasında en gerilerde taakibediyorum tabii ki. Toplam on iki öğrenciyiz. Çoğu, benden çok çok genç yaştalar.

Yeni okul mezunu bazıları.

Gerilerden gelmemin sebebi mesleğimden değil (biraz tecrübeli sayılırım) ancak, iki handikapım var: Birincisi, yıllardır ayrı bir meslekte çalışmış olmam, ikincisi ise, Fransızca’yı onlar kadar anlayamamamdan kaynaklanıyor. Neyse, idare ediyorum…
 
Öğle yemeğinde, öğretmenimiz Mr Argaub’un tavsiyesi üzere aynı restorana gidiyoruz. Restoran’ın tabelasına baktığımda Che İzhaak(İzhak’ın yeri) yazılıydı. Tabelaya bakışım, öğretmenimin gözünden kaçmamış olmalı ki, gözlerime bakıp gülümsüyordu. İçeriye geçtik, otuduk. İsmi bir yana, duvarlardaki dekorlar bile konuşuyor. Burasının bir Yahudi restaurantı olduğunu anlamak, hiç de zor değildi.

 

Öğretmenim, geçip tam karşıma oturdu. Oldukça sıcak bir insan. Bakıp bakıp tebessümle gülümsüyordu.
“Mr Argaub!” diyorum. “Burası bir Yahudi restoranı mıdır, yoksa bana mı öyle geliyor?”
“Evet!” diyor, gülümseyerekten. “Burası bir Yahudi restoranıdır.

 

Ben de Yahudi’yim,” diye ekliyor.
Bir anlık, Yahidiler hakkında yıllardır biriktirdiklerim geçti aklımdan. Dalıp gitmiştim ta yıllar öncesine. Binlerce yıl topraklarından ayrı kalmış olan bu halkın neler çektiklerini, neler çekmiş olabileceklerini düşündüm aceleyle, düşündüklerimi saniyelere sığdıraraktan.
“Korkmayın” diyor Mr Argaub, “helal‘dir buranın mamülleri!”

Gülümsüyorum. “Onu düşünmüyordum” diyorum. Yine daha bu sabah trende okuduğum ve neredeyse sonlarına yaklaşmış olduğumSERRENAD aklıma geliyor. Yahudilerin birbirleriyle dayanışmalarını sıklıkla duymuştum önceleri. “Baška esnafa gitmezler!” biçimindeki söylentileri çok duymuştum.

Doğru olup olmadığını bilmiyorum. Bir anlık, içimdeki bütün önyargılarımın tesirinde kalıyorum. Aklımdan geçenleri okurcasına, Peygamberleri olan Moiz‘den başlayarak Hz. Musa‘yı, Hz. Davut‘u ve Tevrat‘ı anlatıyor bana…

 

İsrail halkının başından geçen dramı, bir kez de Mr Argaub’dan dinliyorum. Özetleyerek bana Siyonizm ve Antisemitizm kavramlarının anlamlarını aktarıyor. İsrailoğullarının iki bin yıllık rüyalarını nasıl gerçekleştirdiklerini, gözleri dolaraktan betimliyor. Ben de duygulanıyorum bu sırada. Sarfedecek sözcük bulamıyorum. Sususyorum sadece.

Yemekten sonra dershaneye doğru yürürken, içerisinde yaşadığım anın birleşmiş olan tesadüflerini analiz ediyorum kafamda. Yaklaşık bir haftadır okkumakta olduğum SERENAD’ı düşünüyorum yine. Staj yapmak için bana verilen adresin Vilejuif (yani Yahidi Şehri) oluşu. Ve de öğretmenimin aynı soydan gelişi, atalarıyla ilgili anlatımları… Daha demin masamıza yemek tabaklarını taşıyan o garsonların başlarında taşıdıkları sembolleri. Mutfağın yarı kesik servis çıkığındaki altıgen yıldız ve duvarlardaki şu motifler…

Herşey birbaşka ilginç. Her şey bir başka anatım gerektiriyor. Anlatacak çok şey var ama, bitirmek için acele ediyorum. Öğretmenimle fırsat buldukça sohbet ediyorum tabii. Aramızda belli bir sempati geliştikten sonra, Kürdistanlı olduğumu söylüyorum, üçüncü günümdü artık. Ben de yer yer kendi hikayemi anlatıyorum ona. Eğer isterse, Fransızca’ya çevrilmiş olan kitabımı (TAHTALLI adlı romanımı) okmasını tavsiye ediyorum. Önce biraz şaşırıyor. Sonra okuyacağına dairr söz veriyor bana öğretmenim.
Staj eğitimim, çabuk geçiyor böylelikle. Stajımın son gününde, imtihandayım. 35 puan üzerinden 27,5 alıyorum. Elektrikçi ehliyetimi iyi bir derece ile yeniliyorum yani. Bir veda resepsiyonu yapılıyor.
Arkadaşlarımla teker teker vedalaşıp ayrılırken, öğretmenim, biraz beklememi istiyor. Elindeki işlemleri tamamlamasını bekliyorum. Herkes ayrıldıktan sonra, beraberce birer kahve içiyoruz ve adreslerimizi, telefonlarımızı veriyoruz birbirimize. Sonra, merak edip sorduğu için, Mr Argaub’a, bu sabah okuyup bitirdiğim ve hala elimde tuttuğum kitabı anlatıyorum. Önce SERENAD’ın, yani elimdeki kitabın, yazarını tanıtıyorum. “Zülfü LİVANELİ, dünyaca tanınmış olan büyük bir sanatçıdır” diyorum. Biraz geçmişini özetliyorum

Zülfü LİVANELİ’nin. Ardından, SERENAD‘ın Yahudi halkına adanmış bir kitap olduğunu söylüyorum. 1933 ve 1939 yılları arasında, Hitler tarafından işlerine son verilen ve hatta Almanya’dan kovulan bilim adamlarının hikayesini içerdiğini özetliyorum. Toplam otuz kişiler diyorum.

Fakat en çok Maximillian Vagner’den sözediyorum. Alman asıllı ve Hırıstiyan olan Profesör Vagner’in Yahudi eşi Nadia’yı aktarıyorum bir kaç sözcükle… Ve tekrardan yarasının kabuğuna dokunduğum Mr. Argaub’un dolu dolu olan gözlerine dos doğru bakamadan, elini sıkıp ayrılmaya çalışıyorum.

 

Elimi bırakmıyor. Beni kendisine doğru çekip, kardeşin kardeşle vedalaşması gibi sımsıkı bana sarılıyor. Ben de sarılıyorum. Sonra arkamı dönmeden staj yerim olan TEMİS binasını terkediyorum. Eve doğru gelirken; tramvay, metro ve tren yolculuğum boyunca üst üste yığılmış olan bütün bu tesadüflerin toplamını yapıyorum aklımda.

Bu güne kadar İsrailoğulları hakkında edindiğim bütün negatifleri bir anda atıyorum ve zihnimdeki bütün önyargılarımdan arınıyorum. Önyargıların insanın sırtında değil, beyninde kamburlar oluşturduğunu okumuştum yıllar önce bir yerlerde. Nerde okuduğumu hatırlamıyorum. Neyse. Her halkın içerisinde iyi insanların ve iyi olmayan insanların varolacağını düşünerek, herhangi bir halkı, bir bireyin veya bir grubun yaklaşımları ile değerlendirmemek gerektiğine inanarak, eve varıyorum…
Yerinden yurdundan edilen kimseler kim olurlarsa olsunlar; topraklarından zorla koparılmayı asla hazmedemiyorum. Böylelikle İsrail halkını seviyorum. Bir yandan İsrail halkına olan sempatim gelişirken, bir yandan da devletlerinin; yönetimlerinin Filistin halkına karşı girişimlerini asla kabul etmiyorum.

 

Edemiyorum. Aynı zamanda Mr Argaub gibi, geçmişleri dramatik hikayelerle dolu olan kimselerin de kabul etmediklerini tahmin edebiliyorum. “Oradaki durumu tam olarak bilmiyorsunuz!” diyordu sohpetlerimizde. “Ortalık antisemitistlerle dolu ve de önyargılı kimselerle.

 

Keşke, herhangi bir yerde birşeyler gelişirken, işin aslını bütün insanlık görebilseydi…” Mr Argaub’un, bununla tam olarak ne demek istediğini bilmiyorum. Ve gerisini onun deyimiyle “uluslararası kirli politikalarda” aramak gerektiğine inanıyorum…

Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, artık insanları inanç ve etnisitelerinden dolayı asla yargılamıyorum.

Bu arada sadece büyük bir sanatçı değil, aynı zamanda derin bir kültür deryası olan Zülfü Livaneli’nin kaleme aldığı SERENAD‘ı, okumayı seven herkese tavsiye ediyorum…
 

M. Zewal Doğan

Please follow and like us:
Pin Share

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın