O mahur beste çalınırdı Rosengård bahçelerinde…

Benim geldiğim yıllarda keman sesleri yükselirdi Rosengård bahçelerinden..

Parklarda, gençler birbirlerine sarılarak dans ederlerdi
Ressamların, yazarların, müzisyenlerin uğrak yeriydi Rosengård..
Yaz gecelerinde uyurken giriş katlarındaki evlerin pencereleri kapanmazdı.

Bekarlık yıllarımdı; bir okul arkadaşım vardı; Camilla..
Santiago’lu bir gemi işçisinin kızıydı.
Karşılıklı anlaşacak kadar İsveççe öğrenememiştik henüz.. O Türkçe bilmiyordu, ben İspanyolca. El, kol, kaş, göz işaretleriyle anlaşıyorduk. Hafta sonlarında, evinin bütün pencerelerini açar, gece yarılarına dek gitar çalardı. Ben garip cahil, ”Rodrigo’nun gitar konçertosu” dan başkasını bilmediğim için, hep onu çalmasını isterdim. Ziyaretine gittiğimde zili hemen çalmaz, duvar dibinde oturur, gitar sesinin kendiliğinden susmasını beklerken şiirler döktürürdüm Camilla’ ya: ” Ne Putperest/ Ne Mecusi/ Ne Hristiyan/ Ne Müslüman/ Mart’ta 24’üne girecek/ Balık burcu/ Santiago’lu bir gemi işçisinin kızı/ İnsan..” Kapıyı açtığında beni duvar dibinde bekler görür, zili çalmadığım için kızardı..

Evlerin önüne, yol kenarlarındaki saksılara ekilmiş renk renk çiçekler, belediye görevlilerince her hafta sulanır, değiştirilirdi. Rosengård, gül bahçesi demekti zaten..

Ben geldiğimde, ”göçmen” olmanın da bir anlamı vardı Olof Palme’ nin ülkesinde.
İsveç’in ince belli, at yeleli saçlı güzelleri, yeni edindikleri yabancı erkek arkadaşlarını coşkuyla anlatırlardı birbirlerine. Bugünkü gibi, yabancı bir delikanlı gördüklerinde yere tükürerek uzaklaşmazlardı..

Sovyetler Birliği’nin dağılması, Balkanlar ve Orta Doğu’daki savaşlar, İsveç’e de büyük zararlar verdi. Savaşan, parçalanan ülkelerin insanları, çantalarıyla, sandıklarıyla, sepetleriyle, denkleriyle otobüslere, gemilere doluşarak geldiler.. Ekonomi bozuldu. İşsizlik arttı. Çok şey artık iyi gitmemeye başladı..Gelenler, serin ağaç gölgeli, derelerinde suları gürül gürül akan Rosengård’u mekan seçtiler..

Yugoslavya’nın parçalanmasına yolaçan iç savaştan sonra ikinci büyük göç dalgası geldi. Onlar da, öncekilerin izinden giderek Rosengård’a yerleştiler. Eski Rosengård’lular gitti, yenileri geldi. Müzik eşliğinde dans edilen parklar, esrarcıların, biracıların yuvası haline geldi. Şoförleri dövülen belediye otobüsü seferleri iptal edildi. Çöp bidonları ateşe verildi nedensiz.. Çekingen, içe dönük İsveçliler yavaş yavaş terk ettiler Rosengård’u.

Körfez savaşından sonraki yıllarda bu kez de göç dalgası Orta Doğu ülkelerinden geldi. Rosengård, artık ’’yabancılar bölgesi’’ haline gelmişti. Yeni gelenler, başka mahallelerdeki, başka şehirlerdeki yakınlarını da çağırdılar yanlarına..10 bin nüfuslu Rosengård’da İsveçli kalmadı. O kadar çok geldik ki, yer bırakmadık onlara..

Şimdi de Suriye’liler geliyor.. Geçen yıl sayıları 20 bindi, bu yıl 30 bine çıktı. Onlar da oturma iznine sahip olduktan sonra soluğu Rosengård’da alıyor..

Ben geldiğimde, Rosengård’daki konutların yarısı boştu. Konut firmaları, ev kiralayanlara televizyon, buzdolabı armağan ediyor, kiracılarından 3 aylık kira almıyordu. Bugün ise artık kiralık ev bulmak mümkün değil. Konutlar, el altından büyük paralar ödenerek kiralanıyor.

Benim Rosengård’um bu değildi.. Bazen gider dolaşırım eski mahallemi. Rosengård’la birlikte İsveç’in tükenişini de izler, hüzünlenirim. Kitap yazan, şiir okuyan, resim yapan; keman, gitar, piyano çalan; sabahları köpeklerini gezdirirken birbirlerine ”günaydın!” diyen o kibar insanlar yok artık. Onların gidişiyle birlikte doğa da küstü sanki. Rosengård’un ağaçları aynı ağaç, çiçek aynı çiçek; ama, o eski koku, eski renkler yok artık.. Akan derelerin suyu azaldı.Göllerde yüzen gövel ördekler uçup başka diyarlara gitti…

Camilla da, bir sabah valizini hazırladı, gitarını omuzuna aldı, “Ben gidiyorum, bu ülkede mutlu olamadım; Guatamela’ya gidip, orada halk şarkıları derleyeceğim.” dedi. ’’Guatamela nere, İsveç nere; bu gitmeler gitme değil Camilla’’ dedim. Onu tren garına kadar götürdüm.”Unutmam, yazarım sana.” dedi vedalaşırken.. Yıllar geçti, bir daha haber alamadım Camilla’dan…

Rosengård’a her gidişimde, bir zamanlar Camilla’nın oturduğu evin önünden geçer, pencerelerine bakar, içeriyi dinlerim. Derinlerden, bir yerlerden kulağıma bir gitar sesi gelir sanki. Başım dumanlanır, ağaçlardan yapraklar uçuşur. İster istemez Attila İlhan’ın o dizeleri gelir oturur dudaklarıma:

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız

ali.nergis@gmail.com

Bu Makale aynı zamanda  06 Temmuz 2014 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmıştır.

Please follow and like us:
Pin Share

1 yorum

  1. Sayın Ali Haydar Nergis Bey,
    Ben de ara-sıra yazmaya çalışıyorum. Daha önceleri çeşitli sitelerde yazdım. Ve sonraları -yaklaşık iki yıldır- “Tapkıranlılar sitesinde” yazıyorum. Tabii ki bu sayfa, sizlerle de bizi buluşturan “ortak sayfamız” niteliğinde de oluyor böylece.
    Hocam, yazılarınızı derin bir zevkle okuyorum. Yine bu sayfada yazan diğer sevgili dostlarımın birbirinden güzel yazılarını da… Mesela İbrahim Şahindal Bey’in kaleme aldığı güzel makaleleri var. Hem güncel, hem ruhaniiçerikli… Yine Hasan Yüksel Bey’in memleketle ilgili anılarını zevkle, keyifle okuyorum. Ve de isimlerini burada anmadığım diğer sevgili kalemdaşlarımda öyle. Hepsinden çok şey öğreniyorum. Size gelince hocam: Bir kere, olaylara tarafsızca yaklaşıyorsunuz. Yazılarınız kasttan, garezdan uzak söylemler içremektedir. Yazılarınız, tamamıyla öğeti içeren, duygu düşünce yüklü, edebi değeri olan makalelerdir. Sizin yaklaşık bütün yazılarınızı okudum fırsat buldukça. Belki bazılarını kaçırmışımdır. Zaten sayfanızda var. Açar okurum fırsat buldukça. Yazılarınızın hepsi anlamlıdır. Ancak şu son yazınız “Rosengard” sahiden de roman tadında bir makaledir. Buradaki tarafsızlığınız ve sade duruşunuz da saygıya değerdir. Zira biz yabancılar, bu topluluklardan aldıklarımız konusunda son derece nankör olduğumuz kadar; elimizden geldikçe, onların alyhine hem söz söylüyor, hem de eylem yapmaktan çekinmiyoruz…
    Ali Haydar Hocam, bir şeyi daha hatırlatmak isterim: Bu sayfada bizi buluşturan, bir araya getiren her ne kadar tesadüfler olsa da, etkenlerden birisi de ortak bir dostumuzun oluşudur. Hüseyin Mirza Karagöz Bey’den sözediyorum. Kendisini hiç görmedim. Gıyaben tanışıyoruz onunla. Arada bir yazışıyor, telefonlaşıyoruz… Hüseyin’in babası (kendilerini rahmetle anıyorum) amcam olarak adlandıracağım Mirzo Efendi, Babam (Süleymani Kırnıke Efendi) ile iyi dost idiler.
    Hüseyin, arada bir sizden sözeder bana. Aranızdaki dostluk bağını bilmiyorum ama, size gerçekten büyük değer veriyor o. Ancak Hüseyin dostumun yaklaşımlarını da dikkate alıyorum ama; sizden okuduklarım, inanın beni duygulandırıyor ve benim için çok çok öğretici olan yazılardır. Belki malümunuz, kitap çalışmalarım da var…
    Eğer bir gün yolunuz Paris ve civarlarına düşerse, tanışmak isterim sizinle. Yazılarınızdan dolayı sizi bir kez daha tebrik ediyorum Hocam! Bir gün tanışmak dileğiyle…
    Saygılar selamlar size.
    Mustafa Zewal Doğan

Bir yanıt bırakın