ÖZLEMLER

 Tatilin başlamasını iple çekiyordu Arif. Bir zamanlar, neyi var neyi yok satmış, yol parası denkleştrip uzaklaşmıştı. Uzun yıllardır yadellerde kalıyordu. Özlemişti ata-baba topraklarını. Bu yıl, memleketi daha çok özlüyordu nedense? Elinde gelse  şimdi, hemen şimdi uçacaktı oralara. Yadellerin verdiği hasret kemiriyordu yüreğini. Hele hele mevsim bahara durduğunda, yaz sıcakları yavaş yavaş kendisini hissetirdiğinde, çocukluk yıllarında yaşadıkları beyin hücrelerinde hareketleniyor, yüreğine garip sızılar yolluyordu. Memleket özlemi bir çılmık gibi batıyordu yüreğine Arif’in. Eh, kolay değildi, ömrünün en güzel yıllarını yadellerinde geçirmek. On yıllarca sıla’dan uzak olarak yaşamayı ona sorun siz. Arif’in yüreğine, ve de onun gibi memleketi terkedenlere, terketmek zorunda kalanlara… Memleketteyken bilmezdi tatil’i matili Arif. Sadece çocukları karne aldığında duyardı bu terimi. “Baba, okulumuz onbeş-gün tatil oldu!” diye duyardı kış ortalarında çocuklarından. Bir de yaz ayları boyunca okullar tatil olduğunda çalardı Arif’in kulaklarına bu tür sözler. O aylarda bile, tatil tatil sayılmazdı ki…  kavurucu yaz sıcaklarında çoluk çocuk tarlalara üşüşür, sıra sıra dizilirekten ekin toplarlardı. Boy boy yükselmiş arpa, buğday tarlalrı gözlerine uçsuz bucaksız denizler gibi görünürdü sıcak yaz günlerinde, Haziran’da Temmuz’da… Bel kemiklerini yumuşatan sıcak güneşin altında dört-büklüm olur, colban toplarlardı, küşne, mercimek destelerlerdi üst üste istifleyerekten… Nohut toplarken, tuzlu yapraklarından ellerinin kesik nasırlarına girdiğinde acıtsa da onlar asla hissetmezlerdi bunu… Tek amaçları bir an evvel kurumaya yüz tutmuş olan ekinleri toplayıp harmanlamaktı… Sonra, buğdayları öğütmek için çileli sıra beklemeleri başlardı değirmenlerde. Her daimki kış hazırlıkları… Kışın koyunu, keçiyi, ineği beslemek için samanlar istiflenirdi ağıllara… Bütün bunların ne kadar zahmetli olduğunu unutmamış olan Arif, özlemlerini devşire devşire düşünüyor, “Keşke hayatım hep öyle sürseydi de oralarda ölseydim!” diye iç geçiriyordu. Bir tek “patos” işi aklına geldiğinde duraksıyordu. Hiç sevmemişti o işi Arif. Kabus görür gibi oluyordu aklına düştükçe. Onca ekin biçilmiş, istiflenmiş, harmana taşınmış ve bütün bu yorgunluklar yetmezmiş gibi; o kavurucu sıcakların altında, bazan da geceleri sabahlara değin nefes bile aldırmayan patos saatlerini düşündüğünde, duruyordu biraz. İşte bir tek o vakit buralara savrulduğuna şükr-eder gibi oluyordu Arif…
“Sahiden, neydi o ölüm kalım saatlerini andıran saatler…” Bunları düşünürken Arif, ikamet ettiği kasabanın kahvesinde oturmuştu. Kahvenin camlı verandasının sürgülü kapıları açık olduğundan, içerisi serindi biraz. Verandanın önünden el-ele tutuşmuş yürümekte olan sevdalı gençler gözüne iliştiğinde, sevdalandığı dönemleri hatırladı. Henüz toy bir çocuktu o zamanlar. Bıyıkları yeni  yeni terliyordu. Aşktan maşktan anlamazdı o sıralar… Dayısının kızı Mayre’ye aşık olduğu günler aklına geldiğinde, utanır gibi oldu kendi kendisine. Gülümsedi beli belirsiz bir eda ile. Başını kaldırıp etrafını yokladı, kendisine bakmakta olan birileri var mı diye kahvehanenin masalarını taradı çaktırtmadan, utangaçca… Etrafındaki kimseler kendi ehvallerindeydi. Kimileri kahvelerinin buharını üflüyor, kimileri soğuk biralarını yudumluyor, kahkaha ataraktan gülüşüyorlardı… Yeniden uzaklara daldı Arif; geçmişine… Yaklaşık bir mil ötesinde döne döne ekin toplayan döver-biçer traktöre bakıyordu şimdi, düşünerekten. Gördüğü ekin toplama işini, özlemle ve kederle düşündüğü memleketiyle kıyaslıyordu kafasından. İçerisinde oturduğu şu kahvehaneyi, sıcaklardan bunaldıkları vakit hemen gölgesine çekildikleri alıç veya armut ağaçlarının korunaklı dallarına benzetiyordu. O uzun günlerde, dört öğün yemek yedikleri geldi aklına… Yufka ekmekle kavrayıp yedikleri tereyağlı bulgur pilavlarını özlüyordu şimdi, otlu, yoğurtlu yemeklerini memleketinin…
“Ah be, oralarda mir gibi yaşıyormuşuz da haberimiz yokmuş bizim… Tamam, yokluk yoksulluk vardı ama… Ah şu paranın gözü  kör olsun!”
Hayıflanıyordu. Kahırlanıyordu. Şuracıkta elinden evirip çevirdiği bardağı hafifçe yudumlarken Arif, o bunaltıcı sıcaklarda kafasına diktiği ayran taslarıyla kıyaslıyor, kiminde koca koca su kovalarını kaldırıp bir dikişte yarımladığını hatırlıyordu. Ne beter özlemişti memleketi. Neyse ki yakında memlekette olacaktı. İçi kıpır kıpırdı… Çoluk çocuk büyümüştü zaten. Gelin de isteyecekti memlekette. Eşi Mayre’nin yakınıydı, akkıllarında geçen gelin adayı… Her bir şeyin vakti ayrı ayrıydı. Bunları düşünmenin sırası değildi şimdi. Şu yadellere geldiğinde birçok şeyini kaybetmişti Arif. Ama olsun, çokça da yeni şeyler öğrenmişti. Örneğin, on-bir ay çalıştıktan sonra insan bünyesinin bir ay dinlenmeye ihtiyacı olduğunu, derinlemesine kavrıyordu şimdi. Bu yüzden, “tatil” kavramının farkındaydı artık. Herşeye rağmen haftaya memleketteydi…
“Sil-vuple Mösyö! Mösyö…”
Dalmıştı. Uzaklardaydı. Karşısında elindeki tepsiyle durmakta olan servör kadını neçeden sonra farketti Arif. Çehresi  bir garip görünüyordu. Gülüyor mu ağlıyor mu belli olmayan, ironik bir yüz ifadesiyle özür diledi Servöz’ kadından. Boşalmış bardağını tazeledi. Dışarıdaki sıcaktan, bardağın üzerinde boncuk boncuk su birikintileri oluşmuştu. Bir kaldırışta boşalttı. Kalkıp ödedi Barmen’e ve çıktı aceleyle oradan…

“Vay baboo… Ne yaman değişmiş buralar. Bana mı öyle geliyor acaba?” Tarlalar küşülmüş, kayalıklar ufalmıştı. Bir zamanlar uçları azmanlara değen ağaçlar ufak-tefek görünüyordu Arif’in gözleine. On beş yıl mı, on yedi  yıl mı ne görmemişti buraları. Dün, söz verdiğinden kendi kendisine; sabahın erken saatlerinde, Dündül (Durbin) Dağı’nın tepesine çıkmıştı. Güneş doğmadan varmıştı en uç  noktasına dağın. Buradan bakınca, her yer ayaklarının altında sayılırdı. Kuzeyi Kuzmağar yaylası, Yelekçe ve Karahan gediği tepelerine bakıyordu Dündül Dağı’nın Güney’i, Nurhak Dağlarına, Engizek tepelerine bakıyordu… Doğu tarafında, taa uzakta olan Pendır ve Pir-Husen yaylaları, Ari Mazın yaylakları görünüyor, Batısında Kankal ovası, Hüücek,Gücük tepeleri görünüyordu… Yılların özlemiyle etrafına baktı arif. İçi içine sığmıyordu. Şafağın sökmesiyle giderek daha da açılan gökyüzü, mavi bir kavanozu andırıyordu. Sırtını Nurhak dağlarına dayamış olan Tapkıran (Tawkirar) köyünü ikiye bölerek kuzeye doğru akmakta olan söğütlü suyu, eski ihtişamını yitirmiş olsa da, buraların tek yaşam kaynağıydı.  Bu yarı çıplak dağların derinliklerine hayat akıtıyordu adeta. Suyun her iki yakasını yeşile boyayan servi, kavak, söğüt ağaçlarının rengi, Sabah Sabah akmakta olan sulara anlatımı güç bir renk katıyordu. Kah gümüş rengine bürünüyor, kah zeytin kakisi oluyordu. Bir anlık gördüklerine inanmamazlık yaptı Arif. Küşükken daha, kuzu otlattığı yerlere bakındı; geçmişinde kimi hatıralara rastlamak istiyordu belki de… Gördüklerinin doğru olduğunu kendisine kanıtlamak istercesine, olduğu noktada dönüyordu. Sol kolu üzerine dönerken öylece, ibadete kalkmış olan bir dervişin raks ederken kendisinden geçmiş olan halini  andırıyordu. Önce, Nurhak Dağlarına baktı uzun uzadiye… Sonra Tawkirar köyünün dağınık  mahallelerine göz attı… buralarla tezat oluşturan; şehir modelli, çatılı, boyalı evlerine bakındı Arif, gözlerine inanamayaraktan… Söğütlü çayı ona rehberlik ediyordu. Tawkirar’dan aşağılara doğru, Karahasanan köyüne bakındı bir ara. Sonra, sağ kolu üzeri biraz illerisinde görünen Hasan-Aliyan, Kaşanan ve Tatatn mezralarına… Ardından, artık terk edilmiş olan Devriçivan köyünün kalıntılarına baktı ve biraz ötede yeni yeni evlerin inşa edildiği Kıstıkan köyleri görünüyordu. Sol tarafında; söğütlü suyunun öbür cenahında Kantarma Köyü duruyordu kavak ve söğüt ağaçlarının yeşiline karışmış birbirinden güzel evleriyle…

Buradan, Tahtallı ovasına, Tahtallı mezrasının paralelinde olan Lallan mezrasına bakındı. Lallan mezrasının bir iki evi hariç, köyün diğer kısmı tepelerin ardına saklandığından pek gözükmüyordu.  Ortalık muhteşemdi sahiden de. her yer birbirinden daha güzel görünüyordu. Taa uzaklarda Alhas Aşireti’nin topraklarına, Kuzmağar ve Kurrik tepelerinin eteklerindeki Sevdilli, Han ve Pasolar mezralarına, daha ilerisinde söğütlü suyunun etrafındaki yeşilin işaret ettiği en uzak noktaya kadar her yer görülüyordu. Etrafında gözüne görünen her yer, çocukluğunu yeniden ve yeniden yaşatıyordu Arif’e… Arif’in yüz mimikleri gelip gidiyordu. Artık akmakta olan gözyaşlarını tutması imkansızdı onun. Nemli, bulanık gözlerle bakınıyordu etrafına… Sabah sökün ediyor, güneş yavaştan yükseliyordu. Gün ışınları Nurhak Dağı’nın üzerine, etraftaki irili ufaklı tepelere, vadilere nur’ gibi iniyordu. Arif, gördüğü bu muhteşem manzaraya inanamıyordu. Kollarını yana açarak avuçlarını göğe kaldırdı: “Ya Hakk, Ya Muhammed, Ya Ali!” dedi üç defa art arda… Olduğu yerde semah yürür gibi dönüyordu. Bir birine karışık kuş sesleri duyuluyordu ortalıkta. Böylece sabahın sessizliği dağılıyordu giderekten. Merileri kuluçkaya yatmış olan keklikler, yarışırcasına ötüşüyorlardı uzakta. Guguk kuşunun “papu papu” nakaratlarını içeren sesleri sabahın seherine ayrı bir tat katıyordu. Koyun, kuzu sesleri duyuluyordu etrafta giderekten. Çoban ıslıkları yükseliyordu karşıdaki yamaçlardan. Yer yer köpek havlamaları duyuluyordu. Tanrım! Bu ne güzel bir Sabah böyle… Her şey bir şiir gibiydi sanki. Arif, gördüklerini bir yakınının kaleme aldığı “TAHTALLI” adlı romanda okuduklarıyla özdeşleştiriyordu. Bir kez daha o kitabı okuyacağına söz veriyordu kendi kendisine. Kendiliiğinden ıslanan yaşlı  nemli gözleri, etrafını tam olarak seçebilmesine engel oluyordu Arif’in. Çocuklaşmıştı birden bire. Sanki otuz yıl, kırk yıl öncesine gitmişti. Tandırlıkta ekmek pişiren annesinin dizinin dibindeydi şimdi. Bacalardan dumanların yükseldiğini görüyordu uzaktan. Oralarda ekmek pişirildiğini sezinliyordu. Sıcak ekmek kokusu duyuluyordu ortalıkta. Sonra, nişanlandığı dönemlere gitti duyguları Arif’in… Mayre gelin, daha toy bir çocukken omuzuna dokunmuştu bir keresinde. İlk dokunuştu bu aralarında. Unutamamıştı Arif. Hep  saklamıştı yüreğinin bir köşesinde. Sanki şimdi omuzuna dokunulmuş gibi hissediyordu aklına geldikçe, içi mutlulukla doluyordu Arif’in.
“Arif… Arif kalksana gecikiyoruz…”
“Hımmm…”
Mayre Hatun, Arif’in omuzunu tutmuş adeta sallıyordu…
“Ya kalksana! Çocuklar hazırlandı… Uçağı kaçıracağız…”
“Ne? Aman Yarabbim…”
Arif uykulu gözleriyle, şaşkın şaşkın eşine ve yakaran gözlerle kendisine beklemekte olan çocuklarına bakındı. Kalkıp öptü çocuklarını aceleyle. Ardından, iyisinde kötüsünde hep yanında olan; hayatın bütün sıkıntılarına karşın hep ona destek olan cefakar eşi Mayre’nin iki yanağını avuçlarının arasına alarak onu alnından öptü. Daha evvel hiç böyle yapmamıştı Arif. Nadiren sevgisini dışa vururdu o.
Çocuklar da şaşırmışlardı, Mayre Hatun da!
“Memleketi ne beter özlemişim yahu!” dedi kendi kendisine konuşur gibi Arif. “Bekle beni… geliyorum…”
“Ne oldu sana Arif? Hayırdır inşallah?”
“Hayırdır Hayırdır… Bir rüya gördüm. Hepsi bu!”
“Rüya mı? Anlat sana…”
“Anlatırım.  Anlatırım size… Vaktim yok şimdi. Hani ‘gecikiyoruz’ dedin ya… Yolda anlatırım size. Haydi gecikiyoruz…
Sevgili okuyucular, Hakk’tan niyazım odur ki: Kimseleri, ata-baba topraklarına hasret bırakmasın…
Derin saygı ve selamlarımla,
M. Zewal Doğan
Please follow and like us:
Pin Share

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın