Bir gurbetçinin tatil hikayesi…

Adım, Mevlüt; soyadım Demir( isim gerçek değil). Memleketimi de demeyeyim kalsın artık.

Aslında, yazsan, benim hayatım roman olur beyim. Neyse, tatil hikayemizden başlayalım…

Tatil değil de, bizi aldığımız hediyeler batırıyor beyim…Yola çıkmadan önce, hanım ve kızlar yeni giysi ister. Allah eksikliklerini vermesin, bizde de akraba çok! Hanım tarafını dersen, onlar bizden de kalabalık… Başka zaman hesaba aklı pek yatmayan hanımın zekası, akrabalarına hediye almaya gelince saat gibi çalışır: Şu kazak anama, şu etek dezzemin kızına… Şu, gömlek halamın oğluna!… Şu, gelinlik küçük bacıma…Bir aylık maaşız hediyelere gider beyim. İki aylık maaş da uçak biletlerine… Döndükten sonra, artık Mevlüt eşşek gibi çalışsın da, kalksın bu yükün altından, kalkabilirse…

Gitme zamanı yaklaşırken köyden telefonlar da gelmeye başlar: Ali evleniyor, davetlisiniz, buyurun… Güllü’nün düğünü var, mutlaka bekleriz ha!.. Başka zaman, ölsen, başsağlığı için telefon açmazlar. Maksatları, düğünlerinde bulunalım; gelsin beşi bir yerdeler; gitsin burma bilezikler…

Düğünlerini de hep gurbetçilerin izinli geldikleri aylara denk getirirler nedense…

Beyim, lafı uzatmayayım, bir hengame ile bindik uçağa… Hanım, içki satışı yapan hostesleri görünce, ”Kardaşım Süleyman içkiyi sever, şuradan ona bir viski alıver!” demez mi? Bak, bak, başka zaman içki lafını duyunca beş metre kaçan ”dini bütün” hanıma bak! Alırdın, almazdın, aramızda başladı bir tartışma! Çocuklar, ”Susun, utandırıyorsunuz bizi!” diye söylenir. Yolcular dönüp bize bakar. Hostesler koşup gelir; ne var, oluyor, diye… Rezillik diz boyu anlayacağın…

Neyse, üç buçuk saatlik yoldan sonra uçaktan indik. Bir yandan Türkiye’nin sıcağı, diğer yandan otobüs, taksi derken, vardık köye… Babamı hayal meyal anımsıyorum. Genç yaşta, kasığına bir ağrı girdi, ölüp gitti!.. Evin reisi anam, hoş, beşten sonra, oturdu dizimin dibine, hiç sektirmeden anlattı olanı, biteni, yol haritası çizdi: ”Altınoba köyünde akrabadan da ileri dostumuz Duran emmin öldü; git, çocuklarına başsağlığı dile! Yarın, Keleş Mustafa’nın torununun sünneti var; komşudur, göz aydınlığına gidip bir hediye vermek gerek. Haftaya da dezzeyin küçük kızı Güllü’nün düğünü var; ona da bir altın takmak icap eder.” Hazırlıksız gitmişiz köye… İsveç parasını tanımazlar; ‘Şimdi bu para kaç lira eder?” diyerek burun kıvırırlar…

Gittiğimiz günün sabahı, kargalar daha kahvaltılarını yapmadan, Gül Ali’nin Foter, söylene söylene geldi:

”Yav arkadaş, nedir senin bu amcandan çektiğimiz! Bizim Kösrelik’teki tarlanın yamacında el kadar boş bir mera vardı; bu yıl orayı da söküp tarla etti. Yav, arkadaş, memlekette yasa çıktı, artık büyük şehire bağlandık, izin almadan yerinden taş oynatamazsın; adamın dünyadan haberi yok..”

Anam, Foter’in sözlerini hafife aldı: ”Aman Foter, seninki de laf mı! Eşeğe altın semer vursan at olur mu; eşek, yine eşektir; yasayla şehirli olunur mu hiç…”

Foter’i savuşturduk, bu kez bizim amca oğlu Muharrem çıkıp geldi:

”Emmoğlu, seninle çocukluğumuz birlikte geçti, malum yakın akrabayız. Bu akrabalığı hısımlıkla berkiştirelim, diyorum. Elini öper, benim oğlan liseyi bitirdi, üniversiteye giremedi. Senin büyük kızla evlendirsek; bir babalık yapsan, götürsen, hayatı kurtulsa!… ”

Başımdan sıcak sular dökülmüş gibi oldu. İmdadıma yine anam yetişti:

‘Bu köyde akıllı insan yok, derdim de kimse bana inanmazdı. Nereden çıktı şimdi bu laf Yusuf? Evlendirilecek kızımızın olduğunu sana kim söyledi? Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Bana ne senin köyde it taşlayan oğlundan! Herkes haddini bilmeli; bilmiyorsa da kalkıp gitmeli!” Muharrem, neye uğradığını bilemedi. Kıpkırmızı bir suratla kalktı, arkasına bakmadan aceleyle giderken ayakkabılarını da ters giydi…

”Ana, bu kadar yüklenmeseydin, resmen kovdun Muharrem’i!” dedim.

”Kovarım, daha fazlasını da söylerim. Köpeksiz köy görmüş, değneksiz geziyor. İnsan konuşurken ağzının ölçüsünü bilmeli. Bilmezse, adama pabucunu ters giydiririm böyle!..”

Köyümün dağlarını, derelerini, koyun, kuzu seslerini özlemişim. Tezek kokuları bana gül kokusu gibi gelir. İsveç’te doğan kızlarım ise bu pis yerlerden ne zaman gideceğiz, diyerek yakınıp dururlar. Üzerlerine karasinek konsa bağırarak havaya zıplar, gübre yığınlarının yanından geçerken burunlarını tutarlar. Hanım da, ”Allahın sittir ettiği bu yaban köyde de çok karasinek var. Bir an önce babamın köyüne gidelim. Orada suları gürül gürül akar, her yan yeşillik, yavrularım rahat bir nefes alır…” diyerek laf dokundurur…

Yıllık iznimiz böyle hay-huy içinde geçti, geriye üç-dört gün kaldı, kalmadı.

Çocuklar, haklı olarak yakınmaya başladı: ”Mayolarımızı, bikinilerimizi boşuna mı yanımıza aldık. Söz vermiştiniz, hani, denize götürecektiniz bizi!”Köyden kaçarcasına uzaklaşarak bindik bir gece otobüsüne, sabaha ver elini sahil kenti… Yavrular, tuza koşan koyunlar gibi daldılar serin sulara.. İki şemsiye kiraladım. Hepimize yetecek kadar uzanacak yer var. Ama, kafayı neye taktıysa, yine aksiliği tuttu hanımın. ”Hanım, şemsiyenin altına gel!’‘, derim, gelmez! Çekildi bir zakkum ağacının gölgesine, kalın giysiler içinde terler de, terler.. Ben de ayaklarımı serin suya değdireyim biraz dedim, ama ara, tara, mayomu bulamadım. ‘‘Hanım, benim mayomu getirmedin mi?” diye sordum, sormaz olaydım. Güneşin altında kavrulmuş sarı bir akrep gibi saldırdı:”Bacağındaki donunu da bana mı soruyorsun, alsaydın yanına, gözün kör müydü?” Beynine güneş mi geçti bu kadının, diye meraklandım. Büyük kız kulağıma eğildi, ” Baba, bugün sizin evlilik yıl dönümünüzmüş, sen unuttun galiba!” Denizden çıktıktan sonra hanıma kuyumcudan bir ‘‘tek taş” yüzük aldım, keyfi yerine geldi; çıkar dünyası beyim!

İşte böyle! Binlerce kilometre yol alarak tatil yapmak için gittiğimiz memleketimizden daha da yorulmuş olarak döndük yaban ellere!..

ali.nergis@gmail.com

Bu Makale aynı zamanda  20 Temmuz 2014 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmıştır.

Please follow and like us:
Pin Share

1 yorum

Bir yanıt bırakın