“TÖRENİN KARA GÖLGESİ”

Törenin kara gölgesi  Başlıklı kitabımdan bir kesit


“…Budalaca süren bir serüvene dönüşmüştü hayatının akışı. Şu an nerede olduğunu bilmiyordu. Kayıptı düşleri, düşünceleri dağınıktı. Yaşadıklarının ve hayallerinin arasında bir yerlerdeydi. Hasretiyle ömrünü bir mum gibi erittiği memleketinde miydi, yoksa uğruna ata baba topraklarını terk ettiği yad ellerde miydi, bilemiyordu bunu.

Ayırdında değildi yaşadığı anın. Gurbette mevsimler mevsimleri kovalamış, acı dolu olan belalı yıllar akıp gitmişlerdi hiç de kendisine hissettirmeden. Duyguları zayıflamıştı. Mutlulukları, sevinçleri törpülenmişti defalarca. Yüreğine garip bir acı oturmuştu sebepsizce. Sevinçlerden uzak olan melankolik hislerle dolmuştu. Kederliydi. Yüz hatlarına sis perdesi gibi sinmişti içindeki acı kederi. Dokunsan, ağlayacak durumdaydı. İsyankâr bir şarkının melodisi gibiydi duyguları. Yıllar öncesinin o doğal oluşumuna, her zamanki o dingin tabiatına tezat oluştursa da öfke doluydu içi. Kime, neye darıldığı belli değildi. Aslında pek şanssız da sayılmazdı. Hayat çokça şey sunmuştu kendisine. Hayatın yokluklardan temin edip de kendisine sunduğu onca fırsatı ıskalamıştı, bilerek. Varı yoğu hayalleriydi. Hayal dünyasına fena inanıyordu Davut.

Koca bir ömür boyunca yalnızca hayallerinin peşinden sürüklenmişti o. Çocukça, safça yol almıştı o gizem dolu güzergâhında. Anlamsızca hayallerinin arkasından koşturduğu meşakkatli gecelerinin birinde kendisiyle boğuşup da beyni yoruluncaya kadar direnmiş, sonunda ruhu bedenini terk etmişçesine oraya yığılıp kalmıştı işte. Derin bir uykunun şefkatli kollarına bırakmıştı kendisini şimdi. Onu şuradaki şu hâliyle gören birileri rahatlıkla ölmüş olabileceğine kanaat getirebilirdi. Başucundaki telefonu, aralıksız çalıyordu.

Sinirleri tırmalayarak çalmakta olan telefonun sesi hiç de rahatsız etmiyordu kendisini. Art arda çalıp susmakta olan telefonu duymuyordu bile Davut. Gecenin geç vakitlerinde çalan telefonlarla irkilirdi eskilerde olsaydı. Zamansız vakitlerde çalan telefonların pek de hayra alamet olmayacağından ürperir tereddütle cevaplardı o dönemler. Şimdiyse, hiç mi hiç kıpırdamıyordu yerinden. Nefes alıp verdiği bile belli değildi. Şuracıktaki yatağına bir kadavra gibi yığılmış kalmıştı öylece. Telefon, acı acı çalmaya devam ediyordu. Odasının ölgün ışıkları yanıyordu hâlâ, lambaları söndürülmemişti dün geceden beri bütün evin.

Ne vakit yatağına çekildiği belli değildi böylelikle. Kimse bilmiyordu. Kapılar, pencereler kapalıydı. Bir tek arkadaki bahçeden yana olan mutfağın penceresi açıktı. Rüzgârın çekimiyle dışarıya taşan perdenin etekleri renksiz bir bayrak gibi dalgalanıyordu dışarıda. İçerisi fena kokuyordu. Bunaltıcı tiksindirici olan kesif bir nikotin kokusu sarmıştı her yanı. Siyanürü andıran kokular uçuşuyordu ortalıkta. Havasızdı oda. Küf kokuyordu aynı zamanda her yan. Günlerdir güneşten mahrum bırakılmıştı sanki burası. Kapı pervazları, pencerelerdeki perdeler, yatağın üzerindeki örtünün rengini andıran krem rengi duvarlar, yastık, yorgan, dolap, komedin… Her şey ölgün, her şey mat görünüyordu. Telefon, hâlâ çalmaya devam ediyordu…”

Please follow and like us:
Pin Share
Editör hakkında 223 makale
Bilen bilir

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın