‘Video’ gelin…

Son günlerde yaşadığım kasvetli havayı dağıtmak üzere, hafta sonunda çağrılı olduğum bir düğüne gittim.

Türkiye’de olduğu gibi, gurbette de yaz sonu ve sonbahar düğün mevsimidir.

Tatile gidenler, keseler, küçük kutular dolusu altınla döndüler. Yarım, çeyrek, tüm altınlar, gerdanlıklar, burma bilezikler, tek taş yüzükler…Komşunun oğlu sünnet olacak; yakın köylünün kızı nışanlanacak; birkaç yüz kilometre uzaktaki akrabanın düğünü var; kararlaştırıp, hepsine ayrı ayrı hediye takmak gerek.. Düğünlerde bir yarış başlar. Geline, damada kilo kilo altın takılır. Hediye deyip geçmeyin; düğün takılarıyla zengin olan devlet adamları, başbakanlar var..!

Düğününe gittiğim İsveç doğumlu bizim delikanlı da evleneceği kızla internetten tanışmış. ’’Akıllı telefonlar’’ aracılığıyla konuşmalar olmuş, fotoğraflar, video görüntüleri gelip gitmiş. Oldum olası bu işler hep böyle olmuş. İsveç’te yaşamış Kürt Yazar Mahmut Baksi’nin,’’Video Gelin’’ adlı bir kitabını kitabını okumuştum yıllar önce. Kırk yıl, elli yıl önce de İsveç ve Türkiye’deki gençler arasındaki evliliklerin çoğu da bu yöntemle oluyormuş. Bir köy düğününden eski tip video ile kasete çekilmiş görüntüler İsveç’e gönderiliyor. Delikanlı, halayda oynayan kızı videodan görüp beğeniyor. Annesi, babası gidip kızı getiriyorlar. Biri İsveç’te, diğeri Trükiye’de doğmuş genç kızla delikanlı ilk kez İsveç’te yüzyüze geliyorlar. Böyle karşılaşmaların çoğu akraba evliği.. Kızımız yabana gitmesin, akrabadır, ileride yaşlı ana babanın eline bir tas su verir düşüncesiyle gariban köylü kızları getiriliyor. Birbirlerini hiç tanımayan eşler arasından bir süre sonra uyumsuzluklar boşanmayla sonuçlanıyor. Ya da, akraba evlilikleri yüzünden, ömür boyu acı kaynağı olan sakat çocuklar doğuyor….

Berbat bir orkestra eşliğinde kadın erkek, yaşlı genç sahnede göbek atılırken ben bunları düşünüyorum. Gelin, bir köşede, altın takılar içinde kımıldayamayacak bir halde oturuyor. Onu izlerken, birden, yıllar önce yitirdiğim garip anamı anımsıyorum.

Ömrünün sonlarına doğru, bir gidişimde taşlı iri bir altın yüzük alıp götürdüğümde, parmağına taktığı yüzüğe bakarak, ’’Oğlum, ekmeğin bol olsun, hayatımda taktığım ilk altın bu!’’ demişti.

Aslında, annemle, babamın değme Türk filmlerine taş çıkaran evlilik öykülerini anlatmam gerek size…’

unnamed-(2)-015

Bakmayın burada sizlerle paylaştığım, babamın 1947 yılında çekilmiş askerlik fotoğrafındaki halim selim görüntüsüne( fotoğrafta, solda diz çökmüş, yüzüklü); çok yaman biriymiş, çok!…

1940’lı yıllar… Adana, Tufanbeyli, Katarası Köyünden Haççe Ali oğlu Ağa Nergiz; Kayseri, Sarız, İncemağara Köyünden Gangozade Cafer Tan’ın kızı Naciye’yi evlenmek düşüncesiyle görmeye gidiyor. Şanssızlığına bakın ki, yörenin en büyük aşiret ağalarından Mehmet Mirza’nın oğlu da aynı gün anneme bakmaya geliyor.

Mehmet Mirza’nın oğlu zengin çocuğu… Yakışıklı, ince, uzun boylu, dal gibi bir delikanlı. Pijaması ipekten, ütülü takım elbise giymiş, çizmeleri deriden; atının eğeri gümüş sırmalarla kaplı…

Garip babam ise, benim gibi ufacık tefecik, fukara bir köylü çocuğu. Dağda koyun gütmekten imanı gevremiş. Yüzü, gözü güneş yanığı içinde. Yamçısını, değneğini bir kenara bırakmış; sıpası evde kaldığı için yol boyunca zırlayıp duran kötü bir eşeğe binip gelmiş. Bacağında eski, püskü bir şalvar, ayaklarında lastik ayakkabı…

Orantısız koşullarda haksız bir rekabet diye buna derler…

Hani ulu ozan demiş ya: ’’Dengine de deli gönül dengine/ Şimdi rağbet güzel ile zengine..’’

Yalana ne gerek var; annemin gözü zengin oğlunda. Gidecek, rahat edecek; orakla ekin biçmekten, ahır, kom kürümekten kurtulacak… Ne yapacak babam gibi çulsuz adamı…

Cafer dedemin evinde bütün ilgi Mehmet Mirza’nın dölünün üzerinde. Veyve Nenem, ’kızımı zengin evine vereceğim’ diyerek adamın etrafında dört dönüyor. Kimse fukara babamın yüzüne bakmıyor. Güzel anam, Mehmet Mirza’nın oğluna gitti, gider…

Akşam yatma zamanı Mehmet Mirza’nın oğlunun yatağı odanın baş köşesine seriliyor. Yorganı kutnu kumaşından, bir tane yetmemiş iki döşek üst üste sermişler altına. Babamın yatması için de kapının arkasına eski bir mitil atmışlar. Veyve Nenem, zengin oğluna, ’’Kul, kurban’’ olurken, babama, ’’İtin döli, sen de şurda zıbar!’’ demiş…

Babam, kafasını yorganın altına sokmuş,”Bu ne işti geldi başıma, sabah olsa da bir an önce uzaklaşsam buralardan’’ diyerek için için ağlıyor.

Her gecenin bir sabahı, sabahın bir sahibi var.

Derken gün ağarıyor, güneş doğuyor.

Mehmet Mirza’nın oğlunun keyfi yerinde. Naciye hanım çantada keklik. Erkenden kalkıp sobanın üzerindeki ibriği alıyor, ipek pijamalarını göstere göstere ayak yoluna gidiyor. Zengin dölüne havlamasınlar diye köpekleri akşamdan ahıra kilitlemişler. Mirza oğlu, tuvaletten döndükten sonra ibriği sobanın üzerine bırakıyor, yatağa girmeden giyinip dışarı çıkıyor.

Fukara babam hâlâ yatağında. Odada başka kimse yok. Gözü birden sobanın üzerindeki ibriğe takılıyor. İbriği görür görmez kafasında şimşekler çakıyor.Yerinden fırlıyor, ibriği şöyle bir sallıyor, içinde yarıya kadar su var. Çevik bir devinimle Mehmet Mirza’nın oğlunun yorganını kaldırıp ibrikteki suyu döşeğin ortasına boca ettikten sonra, yorganı kapatıp ibriği yerine bıraktıktan sonra yatağına dönüyor.

Öyle de kurnaz. Nenem, annem yatakları toplamaya gelinceye kadar yerinden kımıldamıyor. Fukaranın yüzü soğuk olurmuş. Islak yatakta yanlışlıkla babamın yattığını sanabilirler. Nenem, yanında annemle odaya geliyor. Bakıyorlar ki, babam hâlâ yatağında. Veyve Nenem öfkeleniyor, babama söylemediğini bırakmıyor: ’’İtin oğli, adam olmuş, bir de kız bakmaya gelmiş. Gün öğle olmuş, hâlâ yataktan çıkmıyor…’’

Nenem, Mehmet Mirza’nın oğlunun yattığı yatağın yorganını kaldırıyor. Annem, döşeği toplarken ’viş!’ diyerek bir çığlık atıyor! İkisi de, gözleri yuvalarından fırlamış bir halde döşeğe bakıyorlar. Döşek ıslak!… Evin içinde bir cayırtı kopuyor. Dedemi çağırıyorlar, o da gelip bakıyor. Evet, tanıklı, kanıtlı, döşek ıslak. ’’Sesinizi çıkarmayın, zengin dölünü atına bindirip sessizce evine yolcu edelim!’’ diyor dedem. Babam, hâlâ derin uykularda sözüm ona.. Sonunda, olan bitenden habersizmişçesine yatağından kalkıyor, elini yüzünü yıkıyor. Sesini çıkarmadan zengin dölüyle karşılıklı kahvaltı yapıyor.

Ahırdan atı getirip, Mehmet Mirza’nın oğlunu, ’’Gönül bu, ota da konar, boka da… Kızımız seni istemiyor, kusura bakma!’’ diyerek evine gönderiyorlar.

Veyve Nenem’de de yüz seksen derecelik bir dönüş olmuş. ’’Oğul, oğul!’’ diyerek babamın etrafında dolanıyor. Kendi elleriyle hazırladığı yağ dürümünü, ’’Karnını iyice doyur kurban, günler uzun, yolda acıkırsın’’ diyerek babama uzatıyor. Yol torbasına kaynamış yumurta, kaymak dürümü koyuyor. Eşeğin samanına da arpayı bolca katıyorlar. Dedem de,’’Oğlum, git, babanı, anneni gönder, birbirinizin alnına yazılmışsanız kaderden kaçılmaz’’ diyerek babamı yolcu ediyor..

Babam, küçücük dağları kendi yaratmışçasına yol boyunca keyifli türküler söylüyor. Arpayı bol yemiş eşekte sıpaya kavuşma hasreti de var ki, jip gibi gidiyor…

O aralar, annemin kendi köylerinde bir isteyeni varmış; Hemo Dayı… Yakın akraba olduğu için dedem, annemi ona vermemiş.

Babamı anneme verdiklerinde Hemo Dayı askerdeymiş. ’’Sen git, askerliğini yapıp dönünceye kadar Naciye’yi sana isteriz.’’ diyerek yolcu etmişler.

Aylar sonra, askerdeyken bir mektup almış Hemo Dayı. Ama, okuması, yazması yok. Okuma, yazma bilen arkadaşına götürmüş mektubu, ’’Oku hele, bakalım Naciye’den bir haber var mı?’’ diyor.. Arkadaşı okumaya başlıyor. Selam, kelamdan sonra zurnanın zırt dediği yere geliyor: ’’Gözün aydın, Naciye’yi de verdiler!..’’

Hemo Dayı, bunu duyar duymaz, havalara fırlıyor, devamının okunmasını beklemeden başlıyor oynamaya. Gidiyor, kantinden, bisküvi, lokum satın alıp arkadaşlarına dağıtıyor. Sonra, ayrıntıları öğrenmek için arkadaşına, ’’Oku hele, Naciye’yi bana nasıl vermişler!’’ diyor. Arkadaşı, kaldığı yerden okumayı sürdürüyor: ’’Gözün aydın, Naciye’yi, Katarası köyünden Haççe Ali’nin oğlu Ağa’ya verdiler!…’’ Hemo Dayı, uğradığı bu düş kırıklığı karşısında bu kez de başlıyor hüngür hüngür ağlamaya..

Hemo Dayı’ya ben de yetiştim. İri kemikli, kalın kaşlı, Maksim Gorki gibi pala bıyıklı bir adamdı. Çok şakacıydı. Yaşı 70’ine yaklaşıyordu. Bir gün, köylerine gittiğimde, karşıma geçti, gözleri dolu bir halde bana baktı, ’’Ulan Ali; senin o anan benimle evlenseydi, şimdi sen benim oğlum olacaktın’’ dedi.

Babam da, annem de, Hemo Dayı da yoklar artık..

Hepsi de toprak oldular.

Çok özlüyorum onları.

Işıklar içinde uyusunlar. Hızır yoldaşları olsun!…

ali.nergis@gmail.com

Please follow and like us:
Pin Share

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın