SABAHIN BİR SAHİBİ VAR!   

                                                                                         Sabahın bir sahibi var  
                                                                                         Sorarlar bir gün sorarlar 

                                                                                                   (Ruhi Su albümünden…) 

 

Annem, kızdığında, ’’ Oğlum, sen adam olmazsın!’’ derdi; ’’ sen de baban gibisin, kim ’şeyim hıyar, dese, bir avuç tuz alır, karşı gidersin’..’’. Sözleri çok ağırdı anamın; taşı gediğine koydu mu, kımıldayacak hal bırakmazdı insanda! 

’’Eeee! Anne?’’  diyerek kara bulutları savmaya çalıştığımda, ’’Dur hele, daha  eee! sini de söyleyeceğim sana!’’ diyerek sürdürürdü: 

’’Adamın, çok haylaz mı, haylaz; yaramaz mı, yaramaz bir oğlu varmış… Oğlan, işe güce gitmez; davara, mala bakmaz; akşama kadar zevzeklikle geçirirmiş gününü…’’ 

’’Dur bakalım, anam sözü  nasıl bağlayacak’’ diyerek beklerdim  sonunu: 

’’Babası, her gün, oğlum sen adam olmazsın, dermiş oğluna… Gel zaman, git zaman oğlan, şehirde okullara gitmiş, okumuş Mısır’a, astığı astık, kestiği kestik bir Sultan olmuş…Bir gün aklına  babası gelmiş, Yav, demiş, küçükken bizim sakalı boklu ihtiyar bana, sen adam olmazdın, deyip duruyordu.Çağırıp getirin bakalım şunu, adam nasıl olunurmuş, görsün… Zaptiyeler, yaşlı babayı kıskıvrak yakaladıktan sonra zincire vurup oğulun huzuruna çıkarmışlar. Sültan, yüksekçe bir yerde, bacak bacak üstüne üstüne atmış oturuyor.Babası, elleri, kolları zincirle bağlı bir halde karşısında ayakta duruyor. 

Sultan, ’Baba’ sözünü bile ağzına bile almadan söze başlamış; ’İhtiyar, sen bana, adam olamazsın, deyip duruyordun, gördün mü şimdi, nasıl adam olmuşum!’ 

Adam boynunu  bükmüş: 

’Oğlum, ben sana okuyup paşa, kadı, Sultan, hatta padişah olamazsın, yüksek makamlara gelemezsin, demedim ki; ’adam olamazsın’ dedim sadece. Gördüm ki, hâlâ adam olamamışsın.Eğer, sen adam olsaydın, babana  zincire vurdurup, karşında böyle ayakta, el pençe durdurmazdın’ demiş…’’ 

 

*** 

 

Filozof Eflatun, yaklaşık 2500 yıl önce şunları söylemiş: 

"Demokrasilerde, işsiz, güçsüz takımı devletin başına geçebilir. Bunların en tehlikelileri, ağzı iyi laf yapan, gündelik sorunlara pratik çözüm getirenlerdir. Bu kişiler, zenginlerden vergi toplar, bu paraları genellikle kendileri için harcar, bir kısmını da işsiz, güçsüz 
halk kesimine sus payı olarak dağıtırlar.Yeniden oligarşinin iş başına geçeceği düşüncesiyle korkutulan halk, kendine bunlardan bir ’koruyucu’ seçer. Tiranlık böyle doğar. Halkın başına geçen ’koruyucu’, çoğunluğun kendisine kul köle olduğunu gördüğünde, yurttaşlarının kanına girmeden edemez. Onu, bunu karalayıp suçlar, mahkemelerde süründürür. Kimini sürer, kimini öldürür. Böyle bir adam zorba bir devlet yönetimi kurmuş ve artık zorba olmuştur. 

Zorba, egemenliğini sürdürebilmek için sürekli şiddete başvurmak zorundadır. 
Kendisinden akıllı, yetenekli, üstün nitelikli kimi görürse, bir yolunu bulup tasfiye eder. 
Böylece halk yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş olur. 

Zenginler tarafından özgürlüklerinin elinden alınacağından korkan halk, eli sopalı biri tarafından köle gibi yönetilmeye başlar.Özgürlüğünü kaybetme korkusu, ona köleliğin en ağırını, en belalısını getirmiştir…" 

Eflatun, bunları  M.Ö. 420’li yıllarda, yani, yaklaşık 2500 yıl önce söylemiş…. 

 

*** 

 

Bir gün, yaralı bir kuş, Hz. Süleyman’a gider, kanadının bir Derviş tarafından kırıldığını söyleyerek şikâyetçi olur.  

 Hz.Süleyma, Derviş’i huzuruna çağırtır ve sorar;  
“*Bu kuş senden şikâyetçi, kanadını neden kırdın?”  
Derviş kendini şöyle savunur:  
“ Efendimiz, ben bu kuşu avlamak istedim. Yaklaşırken benden kaçmadı. Yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Yakalayacağım sırada kaçmaya çalışırken kanadı kırıldı”  
Hz. Süleyman kuşa döner ve şöyle der:  
“Bak, Derviş haklı görünüyor. Sana doğru yaklaşırken neden kaçmadın? O sana gizlice yaklaşmamış. Sen, kendini korumamışsın. Şimdi, kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun” 
Kuş’un kendini savunma şekli Hz. Süleyman’ı şaşırtır:  
“*Efendim, ben onu Derviş giysileri içinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı oduğunu bilseydim, hemen kaçardım. Derviş kimliğine bürünmüş kişilerden bana zarar gelmez, bunlar Allah’tan korkarlar, diye düşündüm..”  
Hz. Süleyman, bu savunmayı doğru bulur ve ’kısasa kısas’ kuralının  yerine getirilmesini ister. “Kuş haklı, hemen Derviş’in bir kolunu kırın!” diye emreder.  
Ancak, kuş hemen atılır ve bu karara itiraz eder:  

’’ Aman Efendim, sakın böyle bir şey yaptırmayın!” .  
“Neden?” diye sorar Hz. Süleyman.  
Kuş nedenini şöyle açıklar: 

’’Efendimiz, siz şimdi Derviş’in kolunu kırarsanız, kolu iyileştiğinde yine aynı şeyleri yapar. En iyisi, siz, bunun sırtındaki Derviş giysilerini çıkartın… Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bir daha kanmasın, aldanmasın…“ 

 

***      

 

Padişah, asmaya karar verdiği demirciyi çağırır: 

 ’’Yarına kadar bana bin tane çivi yapacaksın. Yetiştiremezsen, şafakta asılacaksın!’’  

Bu günkü gibi, torna yok, tezgâh yok, zavallı demirci körük ateşiyle, bir günde bin çiviyi nasıl yetiştirsin. 

Bir günde bin çivi yapılamayacağını bilmesine karşın, körüğünü yakmış, demiri kızartmış, özene, bezene çivi dökmeye başlamış.Karısı, çocukları  etrafına toplanıp ağlaşmaya başlamış. Demirci, gayet sakin, çivi yapmayı sürdürürken, ’’ Merak etmeyin, sabahın bir sahibi vardır!’’ diyormuş. 

Şafak vakti geldiğinde, demirci  sadece bir kaç yüz çivi yapabilmiş… 

Meydana darağacı kurulmuş. Demirci idam gömleği giydirilerek idam fermanı okunmuş. Tam ipi boğazına geçirecekleri sırada bir saray görevlisi koşa koşa gelmiş; 

’’ Durun, idamı durdurun! Demirci ne kadar çivi yaptıysa hemen verin! Padişah öldü, tabutuna çakacağız!…’’  

 

ali.nergis@gmail.com 

 

  
    

 

Please follow and like us:
Pin Share

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın