Anamla anayasa tartışması

" Bu yazı, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, 1982 Anayasası'nın hazırlandığı günlerde, Nokta İnsanlar dergisinde yayımlandı. Aynı yıl, Çağdaş Gazeteciler Derneği'nin, röportaj dalında Birincilik Ödülü’nü aldı. Yeni anayasa tartışmalarının gündemde olduğu bu günlerde, Nokta Dergisi’nde kısaltılarak yayımlanan yazının kısaltılmamış yazılımını yeniden ilginize sunuyorum. (AHN) "

  ‘’-Ana, dedim, Anayasa'yı bilin mi?’’

Önce, boş gözlerle bana baktı bana, sonra, yüz anlatımları değişti, ciddileşti.

‘’-Anayasa'yı bilin mi ana?’’ diyerek yineledim.

Köye gitmeyeli yıllar olmuştu.

Günlerdir, neyim var, neyim yok; büyük şehirde ‘ne iş tutuyorum’, birem birem anlatmamı istiyor.

Halini, hatırını, ekinini, tarlasını, danasını sormamı bekliyor.

‘’-Tartışmaya açılan yeni Anayasa taslağı konusunda ne düşünüyorsun, ana?’’

Yüzünde tikler oluşmaya başladı. Alay edip etmediğimi anlamak için gözlerimin içine baktı!

Hiçbir şey anlamadı sorduklarımdan. Bir “la havle!” çekerek gözlerini yeniden önündeki tepside ayıkladığı bulgura dikti. Daldı, uzaklara gitti. Aklından geçirdiklerini bir anlayabilsem. Çocukluğumdan beri bilirdim. Anam, öfkelendiğinde bağırıp çağırmazdı.Başını böyle sağa, sola döndürür, dalıp giderdi…

Bu, “Anayasa” sözcüğünü bir yerlerden anımsıyordu, anımsamasına; ama nereden, çıkaramıyordu. Yanlış bir şey söyleyip, bilgisizliğinin açığa çıkmasından korkuyordu. Bulgur ayıklarken uzun uzun düşündükten sonra, başını yavaş yavaş kaldırdı; gözlerime dik dik baktı. Konuşmak için soluğunu topladı. Boğazını temizledikten sonra,  irkicikli bir ses tonuyla:

‘’-Bir zamanlar başvekildi, desem!’’

        ‘’ -Kim, ana?’’

        ’’ -O sorduğun!’’

Dudak büktüm:

‘’-Anayasa mı?’’

’’-He!..’’

O “he!” iyice çıkmadan boğazında düğümlendi.Demek ki, yanlış söylemişti. Yeniden sessizliğe gömüldü.

         ‘’-Ana, sen, Orhan Aldıkaçtı’yı tanır mısın?’’

Bu kez, doğru yanıt vermek istiyordu. Yakın köylülerden birinden söz ettiğimi sandı, anımsamaya çalıştı.

                               ‘’-Orhan, Orhan!..’’

Kân’lı mı, Kayarcık’lı mıydı, bu Orhan’ı bir yerlerden tanıyordu, ama çıkaramıyordu.

         ‘’- Hayır ana, Prof. Orhan Aldıkaçtı,1982 Anayasa’sının  mimarı…’’

Öfkelendi.

Anam, ‘Aldıkaçtı’yı bilmiyor. Eskiden ‘kaptıkaçtı’ dedikleri bir araç varmış; taksi gibi, kamyonet gibi bir şey; onu biliyor….

’’-Sen hiç radyo dinlemez misin ana?’’

‘’-Dinlerim! Dinlemez olur muyum oğlum!.Türkü dinlerim. Sabahları  ‘Günaydın’ programını hiç kaçırmam. Türkücülerden Hacer Buluş’u, severim; onun da ,’Şen olasın Ürgüp dumanın tütmez’ türküsünü çok beğenirim."

‘’-Hımmm! ‘’ dedim.

Gıcıklandı:

‘’-Ne var, hımmm diyecek?’’

“- Demek,‘Şen olasın Ürgüp dumanın tütmez’ ? Memleketin üzerinde kara bulutlar mı dolaşıyor? Kenan Paşa gelince böyle mi oldu? Unu mu söylemeye çalışıyorsun?’’

Birden telaşlandı:

‘’-Oğlum, sen benim başımı bela mı sokmak istiyorsun?  Memleketin havası neden puslu, dumanlı olsun. Şükür, ortalık günlük, güneşlik! Hacer Buluş’un türküsünde öyle diyor, benim ne günahım var! Böyle laf cambazlıkları yapıp beni tongaya düşürmeye çalışma; kapıma şer getirme oğlum!’’

Derin düşüncelere daldı yine. Ara sıra başını kaldırıp yüzüme bakıyor, yılların yüzümde yarattığı değişikliği anlamaya çalışıyor. Görmeyeli, anam da çok yaşlanmış, yorgun, sinirli bir kadın olmuş. Sabrı azalmış. Biraz zorlasam bağırıp, çağıracak; ya da de hüngür hüngür ağlayacak… O eski uysal kadının yerinde yeller esiyor…

Anamın aklından geçenleri çözmeye çalışıyorum.

 Belki de ‘‘(Bizim oğlanın hallerine bakın), diyordu kendi kendine. Büyük şehre  gitti, eli kalem tuttu, şimdi anasını beğenmiyor. Ektiğim nohut, biçtiğim nohut, içine sıçtığım nohut; şehre gitmiş de leblebi olmuş… Tutturmuş bir Anayasa! Anayasa!  Hay, anan bataydı senin. "

        Gözlerini yine yüzüme dikti:

‘’-Oğlum, sen demirci ustasıyla oğlunun hikâyesini bilin mi?’’ diye sordu damdan düşercesine..

Umursamaz göründüm:

‘’-Yok ana! O da nereden çıktı? Anlat hele, bakalım taşı gediğine nasıl oturtacaksın yine.’’

‘’-Çok bilmiş, görünüyon ama, 'demirci ile oğlunun hikâyesi'ni bilmiyon.’’

‘’-Neyse, anlat bakalım’’

‘’-Demircinin, senin gibi zevzek bir oğlu varmış!’’

‘’-Benim gibi, öyle mi?’’( ilk taş geldi…)

‘’-Önce bir lafı dinle oğlum, sen karnımdayken de böyle huysuzdun; dokuz ay boyunca karnımı tekmeleyip durdun!’’

‘’-Neyse, demirciyi anlat, ana!’’

‘’-Demirci, her zaman dermiş ki,‘oğlum, sen adam olmazsın!’’

‘’- Eeee?’’

‘’-Tabii,  bu laf oğluna çok dokunmuş… Derken, oğlan büyümüş, şehirde, mekteplere gitmiş, okumuş, büyük bir adam olmuş. Bir gün, masasının başında otururken, babası aklına gelmiş. Kalkıp gideyim, nasıl büyük bir adam  olduğumu şu ihtiyara göstereyim, demiş. Otobüslere, kaptıkaçtılara binmiş kasabaya gelmiş. Yolun geriye kalan kısmı için de bir at kiralamış, köyüne ulaşmış. Yaşlı baba, oğlunu köyün girişinde karşılamış. Oğul,  at sırtında, baba, yaya… Köye doğru giderken oğlu,  bekletmeden lafı dokundurmuş: ‘Baba, hatırlıyor musun, bana hep adam  olmazsın, diyordun; bak, okudum, nasıl büyük  bir adam oldum…’

Yaşlı adamın derin bir iç çektikten sonra:

’’-Gördüm, oğlum, gördüm nasıl büyük bir adam olduğunu! Allah, sana daha çok güç, kuvvet versin! Pek sevindim. Ama, ben sana, okuyamazsın, büyük okulları bitiremezsin, demedim ki… 'Adam olamazsın' dedim. Bak, adam olamamışsın işte. Adam olsaydın, kendin at sırtında, babanı  yanında yayan yapıldak yürütür müydün?’’ 

Bozuldum:

‘’ – Şimdi de bana laf mı dokunduruyorsun, ana?’’

‘’- Valla, ben orasını, burasını bilmem; lafımı orta yere söylerim; üzerine alınan alınsın!’’ 

Ben, onu Anayasa tartışmasına çekmeye çalışırken; o beni köşeye sıkıştırıp sorgulamaya başladı bile…

Ben de az inatçı değildim: ‘’-Anayasa’’,  dedim; ‘’ana, konuyu değiştirme?’’

‘’-Beri bak oğul; ben Anayasan, mananasa’dan anlamam. Orhan Aldıkaçtı mı, kaptıkaçtı mı, ne karın ağrısıysa, onu da bilmem. Böyle şeyleri sorma bana!..Tarla  nasıl  ekilir: Ot nasıl biçilir. Harmanda buğdayı fazla yiyen öküz nasıl kovalanarak iyileştirilir. Ahır, kom nasıl süpürülür. Bileceğim şeyleri sor bana! Sordukların, sepet, sele değil ki bileyim; un bulgur değil ki, çuvala doldurayım. Senin dediklerini nereden bileyim oğul. Biz, kör püsük(kedi) gibi geldik, kör püsük gibi gidiyoruz. Anan, kasabadan başka yer mi görmüş! Bana ‘Adana nerede?’ diye sorsan; ‘aha, şu dağın arkasında’ derim. Bir yeri görmüşlüğüm yok! Okudun, maaşın az da olsa şükür kendini kurtardın. Bir gün olsun, ananı büyük şehirlere götürüp  tomofillere bindirmek aklına geldi mi hiç? İşte bu anamdır, deyip  evinin baş köşesine oturttun mu? Yarın, bir gün dudağı boyalı bir de şehir kızı alırsın, kapına bacana da yaklaşamam bir daha. Senin sorduklarını bilmem ama, o kötü günleri daha unutmadım. Geceleri elektrikler kesildiğinde, ‘eyvah!, şimdi gelip hepimizi öldürecekler!’ korkusuyla, evin içinde ne varsa kapının arkasına yığıyorduk. Baban, o günlerde, Maraş tarafında bir köyde asker arkadaşını görmeye gitmişti. Bir de bakmış ki, köye bir traktörle gelen değişik kılıklı bazı kişiler, köylülere polis, jandarma elbisesi dağıtıyor. Baban, kendini belli ettirmeden, ‘Niye dağıtıyorsunuz bu polis, asker elbiselerini?’ diye sormuş. Babanı, o köyden biri sanmışlar; 'Gece bunları giyip, komünistlerin, kızılbaşların evlerini basacağız’ demişler… Ben de, o Kenan Evren’i cinim kadar sevmem. Gencecik çocukları astı, öldürdü. Zalimin teki!..Ama, o eski günler de bir daha geri gelmesin…’’

Anamla konuşmalarımız bir türlü rayına girmiyordu.

Lafı fazla dolaştırmadan, anlayacağı bir dille, hazırlıkları sürdürülen 1982 Anayasa’sından söz ettim. Kenan Evren Anayasasının mimarı Prof. Orhan Aldıkaçtı’nın, 1968’li yıllarda, ''1961 Anayasasına saygı'' mitinglerinde, ön saflarda yürüdüğünü  anlattım, ''Aynı Aldıkaçtı, 12 Eylülden sonra, darbecilerin Anayasasının baş mimarı oldu’’ dedim…

 Orhan Aldıkaçtı ile ilgili sözlerim anamın dikkatini çekti:

 ‘’-Desene ki, aynı padişahla vezirinin hikâyesi…’’

 Sustum, dinledim:

‘’-Padişah’ın birinin, sessiz, yumuşak huylu, halk tarafından çok sevilen bir veziri varmış. Günün birinde ecel gelmiş, gün tamam olmuş, padişah ölmüş. Oğlu da yok ki, yerine geçsin. Halkın aklı eren yaşlıları, ‘En iyisi, veziri padişah yapalım. Yumuşak huyludur, sakindir, halkı incitmez.’ demişler. Veziri padişahlığa getirmişler. Padişah yapmışlar yapmasına ama, farkına varmadan başlarına belâyı da almışlar… O sessiz sedasız vezir, padişah olduktan sonra asıl yüzünü göstermiş. Bir ateş parçası olmuş, başlamış asıp kesmeye! Aklı eren yaşlılar toplanmış, huzura çıkmışlar; ‘Padişahım, sen vezir iken ,mülayim, sesiz, sakin, kötülükten hoşlanmayan biriydin; böyle ne oldu sana, neden bu kadar değiştin?’ diye sormuşlar.

Padişahlık koltuğunda oturan eski vezir, göbeğini kaşıyarak gülmüş:

‘‘Hey gidi ahmaklar hey!’’  demiş,‘’ ben, padişahın hasta olduğunu, yakın zamanda öleceğini biliyordum. Kurt iken kuzu postuna bürünüp bu günlerin gelmesini bekledim. Ayağıma yer edeyim, gör sana neler edeyim!’’

Anamın anlattığı hikâye biterken, babam, bir kucak dolusu odunla içeri girdi:

‘’-Siz ne konuşuyorsunuz ya! Sabahtan beri sizi dinliyorum; sözleriniz fasa fiso! Bu memlekette kırk yıl, elli yıl sonra da bir şey değişmez. Yine gençler öldürülür, yine insanlar yakılır, hiçbir şey değişmez… ’’

Beni muhatap almadan, doğrudan anamla konuşuyordu:

‘’- Oğlun, bunca senedir, çalışıyor, çırpınıyor, ortada bir şeyi yok! Şehir yerinde insanın karnı mı doyar! Aha, ikimiz de yaşlandık, yanımızda kimimiz, kimsemiz yok. Oğlun, beni dinlerse, gitmesin, burada yanımızda kalsın. Altınoba Köyünde Koco emminin eli yüzü düzgün, cıncık gibi bir torunu var. Kız ilk mektebi bitirmiş, okuma yazması da var. Onu eve gelin getireyim. Altlarına bir de traktör çekeyim. Eksin, biçsin, kendi de yesin, biz de!’’

Anam, teyyy! diye elini şöyle bir salladıktan sonra altın vuruşunu yaptı:‘’ -Sen, boşuna nefesini tüketiyorsun herif! Oğlundan, kızından artık elini yıka! Kimseden sana fayda yok. Sözlerim zoruna gitmesin ama, şehir kasabından  kemik yalayan it bir daha köye dönmez…’’

***   

Akşam oluyordu.

Anam, toparlanıp ayağa kalktı:

‘’- Oğlum, beni deli deli konuşturduğun yeter! Güneş batmak üzere. Daha koyunlar, kuzular ağıla alınacak. İnekler sağılacak. Bir de sakar danamız var, eve gelmek nedir bilmiyor. Bir köyün çocuğu peşinde. Tutuyorlar kuyruğundan; koştur o yana, koştur bu yana. Elin dölü bırakmıyor ki, bizim dana koma (ahıra)  girsin… "

Güneşin son ışıkları da kayboldu.

Binboğa’nın doruklarındaki beyaz bulutlar,  aceleyle güneye doğru süzülüyordu… 

ali.nergis@gmail.com 

Please follow and like us:
Pin Share

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın