YILANIN KAFASINI KAŞIK YAPAN ÇOCUK

1900’lu yılların başında Tapkırankale Köyünde İbrahim(İvo) Karagöz ve kardeşleri (Gamırlar Kabilesi), köyde akrabaları ile bir kavga sonucu sürekli tartışmalarından dolayı küsüp Halep(Cummi) tarafına giderek kök sökme ve kömür işi yaparlar. Burada işleri iyi gider ve zengin olurlar. Köydeki akrabalarına küstükleri için geri köye dönmezler ve Afşin’de Hurman Çayı gözü üzerinde Sarı Mağara’ya konaklarlar.

Sarı Mağara; Koçovası, Oğlakkayası ve Söğütlü Deresi üçgeninde Hurman Çayı’nın tam bitişiğinde o zamanlar ormanlık bir alanmış. Burası çukur olduğu için o zamanlar, kışları sıcak ve yazları serin olurmuş. Bundan dolayı yaşamakta sıkıntı çekilmeyecek bir yermiş.

Kışın mağarada, yazın ise Tahtalı Dağlarındaki Yellikaya yaylasına çıkarak, bir taraftan hayvancılık ile uğraşırken diğer taraftan da kiraladıkları bir araziyi işletirler ve orada yaklaşık 12 yıl kalırlar. En büyük kardeş İbrahim, topal olduğu için ev işleri ile uğraşırken diğer kardeşlerden Mirzo davardan ve Mehmet(Karatona) ise rençpercilikten sorumlu olur.

Koyunlarının sütünü, yoğurdunu, peynirini, yağını, yününü ve kuzularını satarak geçimlerini sağlarlar. Kiraladıkları tarlalarda da davarın kışlık yemini temin ederler. Bilindiği gibi o zaman kıtlık vardı ve son derece geçim sıkıntısı çekilirdi. İşini bilen Karagöz Kardeşlerin, Suriye’den kazandıkları ile oldukça çok davarı olur ve bu kazançlarını İbrahim’in öncülüğünde kurdukları düzen sayesinde hiç geçim sıkıntısı çekmezler.

Mağarada dünyaya gelen Topal İbrahim’in oğlu Mirzo Karagöz(yani dedem) küçük yaşta yürüme zorluğu çeker ve uzun yıllar yatalak kalır. Evler, Yellikaya Yaylasında çadırda iken, daha 2–3 yaşındaki Mirzo’nun annesi bir gün önüne bir tas yoğurt koyup, eline biraz ekmek verip koyunları sağmaya gider.

Küçük Mirzo ekmeğini yoğurduna batırıp yerken, 30 – 40 cm uzunluğunda davetsiz misafir gibi bir boz yılan gelir. “İyi ki geldin, zaten ekmeğim de bitmişti, gel bakalım” dercesine yılanı boğazından tutup, elinde az önceki ekmekmiş gibi yoğurda batırıp batırıp ağzına götürerek yalamaya başlar.

Koyun sağımından dönen annesi çadıra girer girmez bir de ne görsün, çocuğun elinde bir boz yılanın kafasını yoğurda batırarak yalıyor. Anne yüreği, hemen çocuğun elini açıp, yılan bir zarar vermeden kurtarır. Elini açar ki, Mirzo yılanı öyle sıkmış ki yılan çoktan boğulup ölmüş.

O yıllardan beri, Mirzo’nun yılanı misafir etmesi, ama acımadan da boğup öldürmesi olayı, yeri geldiğinde halen köyde söz edilip gülüşmeye vesile olur. 2007 yılında Tapkıranlılar Tarihini araştırmak için Afşin’in Oğlakkayası köyüne gittiğimde bu olayın hâlâ oradaki yerli halk tarafından anlatıldığını ve oradaki Tapkıranlılar “bizler o kadar güçlüyüz ki, yoğurdu yılanın kafası ile yeriz” diyerek gurur duyduklarını öğrendim.

Gerçekten de insanoğlu zorluklar karşısında çok güçlüdür. 1995 yılında Ankara’da askerlik yaparken, bir sabah nöbetçi subayın yanında iken, Kobra Yılanı kafası şeklindeki karargâhın önünde çim sulayan iki askerden birinin yerde uzanıp çırpındığını, diğerinin ise ona yardım etmeye çalıştığını gördüm. Yarbay ambulansa haber verirken, ben askerlere yardım etmek için hemen dışarı koştum.

Aşağıdan yukarıya doğru yükselen biçimde yapılmış engebeli karargâh’ın önündeki ıslak çim üzerinde, sara hastası askeri en az 200 m kucaklayıp ambulansa taşıdım. Asker 15 gün hastaneden yattıktan sonra birliğe geri geldiğinde değil 200 m, 2 m dahi taşıyamadım, üstelik hastane şartlarından dolayı kilo verdiği halde.

Bu yüzden Mirzo dedemin o yılanı nasıl boğduğunu tahmin edebiliyorum.

(*)Hüseyin Mirza Karagöz’ün 2011 yılında yayınlanan “Nurhak Dağ’ın Guguk Kuşu” kitabınından alınmıştır(Sayfa 42-45).

Please follow and like us:
Pin Share
Editör hakkında 223 makale
Bilen bilir

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın