BİR GEZİ ANISI

Etrafında bizlerden bir çember oluşturdu, kendisi ise ortada duruyordu. Emredici bir eda ile;
— Herkes olduğu yere otursun.
İnsanların çoğu oturuyor.

Oturmayanların üzerinde bir süre bakışlarını gezdirdikten sonra, susuyor.

Başını hafifçe öne eğiyor ve bir süre öylece bekliyor. Daha sonra tekrar ayakta olanları bakışları ile süzerek;
— Herkes olduğu yere oturmayana kadar, hiçbir şey anlatmayacağım.

Çaresiz ayaktakiler de birer birer oturmaya başlıyorlar. Ancak o hala suskun. Sanki bir şeyler bekliyor. Oysa her halinden deneyimli bir rehber olduğu belli oluyordu. Tekrar kafasını öne eğiyor, düşünüyor, sanki söyleyeceklerini planlıyor.

Birkaç dakika sonra, oturanlar teker teker ayağa kalkıyorlar. Tekrar sert ve emredici bir ses tonu ile;
— Size oturun diyorum.
Herkes tekrar oturuyor.

O yine suskun ve çok sürmeden oturanlar tekrar birer birer ayağa kalkıyorlar.
— Toprağa oturmak zor değil mi? Bir düşünün. Siz birkaç dakika dayanamıyorsunuz.

Ancak bizim halkımız sadece toprağın üstünde değil, altında da yıllarca yaşadı.

Biz bu topraklarda emperyalizme karşı mücadele ederken, ne hamburgerimiz, ne biramız, nede üzerinde oturacak koltuklarımız vardı. Sahip olduğumuz tek şey haklılığımız ve özgürlüğe olan inancımızdı.

Onların ise tankları, topları, savaş uçakları, biraları, hamburgerleri, yani anlayacağınız her şeyleri vardı.

Ama onlar işgalciydi, haksızdılar ve inandıkları bir davaları da yoktu.

Bizim örneğimiz gösteriyor ki, eğer haklı ve haklılığına inanıyorsan mutlaka kazanırsın, şeklinde uzunca bir söylev verdikten sonra;
— Şimdi size önce Vietnam savaşıyla ilgili savaşta çekilen bir dökümanter Film seyrettireceğiz.
Bizi sinema salonu olarak kullanılan bir toplantı salonuna aldı. Önce yer altı sığınakları ile ilgili uzunca bilgi verdi. Sığınakların yapılış ve kullanış şekillerini harita üzerinde gösterdi. Sonra filmi açtı.

Film savaşın eşit koşullarda yürütülmediğini gözler önüne seriyordu. Bir sahnede gerilla kadınlar düşürdükleri bir savaş uçağının pilotunu esir aldıklarında ne kadar insani davrandıklarını gösterirken, başka bir sahnede ise ABD askerlerinin öldürmekte dahil olmak üzere, şüphelendikleri Vietnamlılara karşı ne kadar acımasız olduklarını ve her türlü işkenceyi nasıl uyguladıklarını gösteriyordu.
Filimden sonra sığınakların bir kısmını geziyoruz.
Birçok ülkeden insanlar var. Ruslar, Avrupa’lılar. İnsanlar merak ediyor, birçok soru soruyor.

Bizi gezdiren rehber ise en ince ayrıntısına kadar her şeyi anlatıyor. Yeraltı sığınaklarının bir kaçına giriyorum. Sürünerek zorla ilerliyorum, belli bir mesafe ilerledikten sonra aniden geniş bir odaya giriyorum.

Tüm sığınaklar arasında geçiş sağlanmış. Tamamen ormanlık alana kurulmuş olan bu sığınaklar, terzihane, depo, koğuş, tamirhane, hastahane v. b. amaçlarla kullanılıyormuş. Savaş boyunca da çok faal olarak buralar görev yapmış.
Rehberimiz önde ilerliyoruz. Bu ormanlık alan, sanki savaş müzesi gibi. Savaş süresince birçok yaratıcı savaş silahı ve tuzak şekli geliştirilmiş. Bambu kamışı dahi tuzaklarda kullanılarak silaha dönüştürülmüş.

Ormanlık alanı gezerken Vietnam halkının savaş içerisindeki yaratıcılığının yanı sıra ülkelerini kurtarma savaşında yaşadıklarının bıraktıkları izlere tanıklık ediyorum. Gezinin bu bölümünü atış poligonuna gelip o dönem kullanılan silahlarla atış yaparak tamamlıyoruz.

Atış yaparken rehberin ”bizim sadece haklılığımız ve inançlarımız vardı” deyimini yeniden düşünüyorum. ”Toparlanın, artık gidiyoruz” sesiyle tekrar otobüse binerek Ho Chi Minh’e (Saigon) doğru yol alıyoruz.
Gideceğimiz yere varmadan otobüs bir yerde duruyor.

Kapılar açılmadan önce rehberimiz bilgi veriyor. ”Burada kırk beş dakika duracağız. Bura sadece engellilerin çalıştığı bir yer. Ülkemizde her vatandaş gibi engelli vatandaşlarda yetenek ve becerilerini geliştirme imkanlarına sahiptir” diyor ve bizlerde otobüsten iniyoruz.
Bu işletme oldukça geniş bir alana kurulmuş ve sadece engelliler çalışıyor. Seramik, cam, yağlıboya resim, süs eşyası, yani neredeyse her türlü elişi yapıyorlar. Hepsi de çok güzel ürünler.

Fırsat ve olanak verildiğinde insanların neler yapabildiğini gösteren iyi bir örnek oluşturuyor burası düşünce dünyamda. Birkaç parça hediyelik alarak ayrılıyoruz buradan.
Vietnam bu gezide üçüncü durağımız. Tayland, Kamboçya ve Vietnam. İki aylık bu gezi süresince bazen sayımız 14 kişiye ulaşmasına rağmen, ancak baştan sona kadar ben, eşim ve bir aile daha hep beraber geziyor ve tamamlıyoruz gezimizi. Birçok konuda birbirimize destek olmaya veya birbirimizin eksikliklerini tamamlamaya çalışıyoruz.
Ho Chi Minh’de kaldığımız süre içerisinde zamanın kısıtlılığının bilincinde olarak iyi değerlen dirmeye çalışıyoruz. Tabii olarak burada bulunuyorsan dünyanın en büyük savaş müzesini gezmeden olmaz.

Dünyanın değişik yerlerindeki savaş ve sonuçlarını resmeden bu müzede Türkiye ve Kürdistan ile ilgili sadece Halepçe katliamı ile ilgili bazı şeyler var. Müzenin yan tarafında ise Saigon işkencehanelerinde yapılan infaz ve işkence türlerini sergileyen yerler vardı. Ufak tefek bazı ayrıntıları dışta tutarsak tıpkı Türkiye ve K. Kürdistan’da uygulanan işkence yöntemlerinin aynısı.

Şehrin birçok yerinin yanı sıra Ho Chi Minh müzesini, ilk parlamentoyu v. s. de geziyoruz.
Bir gün çok erkenden kalkıp Trenle Ho Chi Minh’de Hanoi ye gidiyoruz. Yol boyunca arazilerin çok planlı kullanıldığına ve halkının çalışkanlığına tanıklık ediyoruz. Hava yağmurlu ama bizim gezmemizin önünde yağmur engel oluşturmuyor. Küçük ve orta ölçekli sanayinin hakim olduğu bu kentte tapınakları ve pazarları bol bol geziyoruz.
Bu gezideki ilk durağımız Tayland. Başta Bankong olmak üzere birden fazla adaya ve kente gidiyoruz. Doğa, deniz ve güneş harika. Tren, bot, otobüs ve taksi kullanıyoruz ulaşım aracı olarak. Her yerde sürekli insanlarla iletişim kurmaya çalışıyorum. Çok güzel olan bu coğrafyada ne yazık ki, müthiş bir yoksulluk var.

Turizmin yoğun olduğu yerler tamamen turistlere göre şekillendirilmeye çalışılmış. Seks turizmi bu tür yerlerde daha yoğun olarak göze çarpıyor. İnsanların yumuşak görünümü, haksızlığa karşı aslında hiçte yumuşak olmadıkları biraz konuşulunca hemen anlaşılıyor.

Bankong’un birçok bölgesi zengin turistler için tamamen seks turizminin yoğunlaştırıldığı bölgelere dönüştürülmüş. Yoksulluk ve zenginlik o kadar iç içe geçmiş ki, çoğu zaman sınırın nerede başlayıp nerede bittiği belli olmuyor.

Bankong’ta tramvaya bindiğinde gerek temizliğiyle, gerek sahip olduğu konfordan dolayı kendini bambaşka bir dünyada hissediyorsun, ancak indiğin zamanda tam tersi olabiliyor. Bankong’un bazı yerlerini özelikle kayıkla gezerken şehrin milyonlarca aç ve bir avuç zengini nasıl bir arada tutuğuna tanıklık ediyorsun şaşırarak. Bir yanda lüks yaşamda sınır tanımıyanlar, öbür yanda bu lüks yaşamın hemen yanında sokakta aç ve perişan yaşayanlar. Hele bütün bunlara gözleri kapalı şekilde tatilini yapan turistler.

Tam bir çelişkiler yumağı ülke.
Buradan Kamboçya’ya geçiyoruz. Ülkeye ayak basar basmaz, birazda olsa anlıyorsun aradaki farkı. Viraneye dönmüş bir ülke. İnsanların gözlerinde yaşama dair belirtiler adeta dumura uğramış. Sanki savaştan yeni, yani bugün çıkmış. Hiçbir şey planlanamamış henüz.

Başkentte yatacak bir yer bulmaya çalışırken, ilk izlenimlerimi de depolamaya çalışıyorum. Satıcılar, bisikletle taksicilik yapmaya çalışanlar hemen etrafımızı sarıyorlar. Herkes bir şeyler satmaya çalışıyor. Biz ise bir an evvel yorgunluğumuzu gidermek için yatacak bir yer bulma telaşındayız. Yatacak bir yer buluncaya kadar adeta savaş yıkıntıları arasında geziyoruz hissine kapılıyorum.

Oldukça yorgun düşmüşüz, duş alıp hemen yatıyoruz.
Zamanımız görmek, gezmek isteğimize aldırış etmeden akıp gidiyor. Oysa buralarda geçirdiğim zamana normalden daha fazla yük yükleyerek anlamlandırmak istiyorum. Henüz şafak sökmeden uyanıyoruz. Nereleri nasıl gezeceğimizi önceden belirlemişiz. Güne başladığımız bu ilk Kamboçya gününde toplu mezarların olduğu bölgeye gitmek istiyorum. Eşim ve diğer arkadaşların çoğunluğu burayı en sona bırakmamızı öneriyorlar. Tartışıyoruz, beni ”Ölüm meraklısı olarak” suçluyorlar.

Oysa ben mutlaka görülmesi gereken bir yer olduğunu düşünüyorum, hani ya sonra zaman olmazsa diye kaygılarımı belirtiyorum.
Tarihi tapınaklara bir bot ile gidiyoruz bu ilk günde. Bir sıra önümüzde genç bir Kamboçya’lı bayan ve yaşlı bir Avrupalı oturuyor. Bayanın sadece para için adamla olduğu her halinden belli oluyor.

Adam yaklaştıkça kadın araya mesafe koyuyor, sonuçta eşim ve diğer arkadaşlar dayanamayıp adamı uyarıyorlar, bayanı rahatsız etme diye. Adam suçluluğun vermiş olduğu duygudan olacak ki, sesini çıkarmıyor.

Ülkenin birçok yerini gezdikten sonra, birkaç günlüğüne denize gidiyoruz. Burada keyifli bir kaç gün geçiriyoruz. Arazilerin çoğu bakir. Turizm yeni yeni gelişiyor. Rüşvet ve mafya bir çok yerde faal. Ruslar ve başka yabancılar adalar satın aldıkları gibi Turizm sektörüne de girmişler.

Burada Yılan Restaurantın’da bir akşam yemeği yemek istiyoruz. Her çeşit yılanın olduğu burada yemek masasının altın dada cam vitrin içinde yılanlar vardı. Girişte ise büyük bir yılanın yanına canlı bir tavuk bırakılmış, yılan acıktığında yesin diye.

Burada geçirdiğimiz birkaç günden sonra tekrar başkente dönüyoruz.
Aklım hala toplu mezarlarda, bu ülkeyi terk etmeden mutlaka burayı da görmeliyim diyorum. Her gündeme getirdiğimde arkadaşlar ”Tamam göreceğiz ama en sona, bu kadar görülmesi gereken şey varken, niye baştan bozalım moralimizi” diyorlar.
Nihayet ayrılma günleri yaklaşıyor.

Daha önce okuduklarımdan yaklaştığımızı çıkarıyorum. İşte bahsedilen büyük ağaç bu olmalı. Girişte buralarla ilgili bilgi veriyor görevli. İnsanlar cemserlerle, kamyonlarla buraya taşınırmış. Bu büyük ağaca hapörlör bağlıymış ve bu hapörlördan yüksek sesle müzik çalınırmış, işkence görenlerin çığlıkları duyulmasın diye. Bu müzik aynı zaman da infazlarda da kurşun seslerini bastırırmış. Buralardaki toplu mezarlardan insan kemikleri çıkarılmış, kafatasları yaşlarına göre gruplandırılarak cam bir kuleye yerleştirilmiş.

Verilen bilgilerden ve orada yazılı olanlardan anlaşılıyor Pol-Pot rejiminin ne kadar acımasız olduğu. Her yaştan ve meslekten insanları katletmiş.
Birçok insanın ve turistin burayı çok ziyaret ettiği hemen belli oluyor. Turistlerin birçoğu insan kellelerinin yığılı olduğu kulenin yanına geçip fotoğraf çekiyorlar. Toplu mezarlarda kemikler çıkarıldıktan sonra oluşan çukurları geziyoruz.
Kamboçya’yı gezdiğimiz süre içerisinde Pol-Pot’u seven veya öven tek kişiye rastlamıyoruz.
12 Eylül darbesi geliyor gözlerimin önüne. İnsanların okullardan, sokaktan, işyerlerinden ve evlerinden toplanışları. Ya o askeri cemseler.

Ya idamlar, infazlar gözaltında kaybetmeler, okulların ve köy meydanlarının işkence hanelere döndürülmeleri. Rengi, coğrafyası ve söylemleri ne olursa olsun, ne kadar benzeşiyor yöntemleri birbirine.

Elbette kaçınılmaz sonları da benzeşecek aynıların. Evet ülke oldukça geri bırakılmış. Ama her şeye rağmen o süreci yargılayıp yakın geçmişiyle hesaplaşma cesareti gösterebilmişler. Ya bizde, hala toz kondurulmuyor darbelere ve yapanlara.
Tel örgüyle etrafı çevrilmiş toplu mezarları gezerken, aklım hep bizim ülkemizdeki toplu mezarlarda, acaba ne zaman çıkarılacaklar ortaya. Ne zaman yargılanacak kayıp edenler, darbeciler. Küçük çocuklar tel örgüyü atlayarak peşimize düşüyorlar. Hepsi de para istiyor.

Vermek istemiyoruz, dokuz on yaşlarında bir kız çocuğu oldukça inatçı. Gitmesi için yaptığımız tüm uyarılara rağmen peşimizi bırakmıyor.

Bir arkadaş dönüp biraz para veriyor ve kimseye göstermemesini tembihliyor. Önce parayı sıkıca elinde tutuyor, sonra arka cebine yerleştirerek oradan uzaklaşıyor.
Bir gezinin daha sonuna yaklaşıyoruz. Tayland, Kamboçya ve Vietnam’da Budizm’in günlük yaşamda ciddi etkisi görülüyor.

Ancak günlük yaşamdaki disiplini, temizliği, toprakların verimli biçimde kullanılması v. b. gibi yanlarıyla Vietnam’ı diğerlerinden ayırmak gerekiyor.

Ancak bu ülkelerin üçünde de hiç alışık olmadığımız bir yemek kültürü var. Hamam böceğinden tutunda çekirgeye kadar birçok şeyi yiyorlar.

Yusuf ŞEKERSÖZ

Please follow and like us:
Pin Share
Editör hakkında 223 makale
Bilen bilir

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın