KARDEŞLER DİYARI

Fırtınalı bir şafak vaktiydi. Rüzgar, kar, boran. Sis çökmüş her yana. Dağlar kaybolmuştu bulutlardan. Tepeler zar zor seçiliyor. Ağaçlar inliyordu rüzgardan. Gök gürültüsü titretiyor her yanı. Toprak, avuç avuç uçuşuyor. Çukurlar oluşuyordu art arda. Yerler kaynıyor, tabiat parçalanıyor. Doğa çatlıyordu kahrından. Sağa sola kaçışıyor hayvanlar. Kuşlar çıldırmıştı. Kaç zamandır kanat çırpıyorlar gök yüzünde çaresiz. Konamıyorlar bir yerlere bir türlü, konamıyorlar… Evlerinden olmuş insanlar çığlık çığlığa kalmış, savruluyorlardı oraya buraya. Sırtlarına alacak ceket bile bulamadan, koşturuyorlardı rastgele, amaçsız, hedefsizce. Tufan kopmuştu. Kara bulutlar çökmüştü her yana, ortalık kap karanlık. Gökler aralıksız ağlıyordu… Şin’di. Şivan’dı ortalık.

Bir ana, çocuğunu emziriyordu. Etrafında olup bitenlerden habersiz olan çocuk, gamsız kedersiz. Gülümsüyordu sanki, gülümsüyor annesinin gözlerine bakaraktan. Ana, merhamet aranıyordu etrafında. Yerlere bakınıyor, orada burada savrulan toprağa. Göğe bakınıyor. Kap kara örtüye kesen göklere… Her bir yana yakaran gözlerle bakınıyordu. Bir telaş, bir korku sarıyordu bedenini. Koruma refleksi ile dop dolu olan yüreği titriyordu. Etrafına bakınıyor. Yavrusuna bakınıyordu. Bir daha yapıyor, bir daha yapıyordu aynı refleksleri… Rüyada olmadığını biliyordu. Biliyordu çocuğunu emziren ana. Biliyor öleceğini, öldürüleceğini… Yine de emziriyor işte. Ana ya. Susturmak zorunda yavrusunu. “Durmayın! Durmayın, yürüyün!” diyor birileri. “Durmayın! Kardeşler diyarına az kaldı.” Koşuyor, koşturuyorlar sağa sola yığın yığın insanlar. Çoğu ayakkabısız, çıplak… Yalvaranlar var aralarında. İnleyenler var. Kolundan, bacağından kan sızanlar var. Başı sargılı olanlar var. Gözünü kaybedenler var. Sakat olanlar, çılgına dönmüş olanlar var aralarında. Ulaşmak istiyorlar bir yerlere. Dizlerinde derman olmayanlar var. Bir gürültüdür gidiyor. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, gençler… Dizleri üzerinde duramayan kimseler, dayanakla yol alıyorlar. Kollarında bir yakınları… oğulları, kızları, komşuları. Arkalarına baka baka yol alıyorlar. Bir gözü Kardeşler diyarında, diğer gözü arkalarında ilerrliyorlar… Acıları ayyuka çıkanlar inliyorlar. Yerlere, göklere yalvarıyorlar. Medet aranıyorlar.

Fırtına bütün şiddeti ile devam ediyor. Nefesler donuyor. İçi üşüyor insanların. Kardeşler diyarına az kalıyor. Dizleri tutanlar neredeyse ulaşıyorlar. Sonra başkaları geliyor. Sonra başkaları… Yığılıyorlar dikenli tel örgülerinin ayaklarına. Hava soğuk. toprak soğuk. Gök soğuk. Soğuk namlullar çevriliyor üzerlerine… Soğuk yüzler, soğuk çehreler karşılıyor onları. “Durun!” diyor, üniforrmalılar.

“Durun! Giremezsiniz!”

Duruyorlar yığlıyorlar. Çoğalıyorlar. Çoğaldıkça umutsuzlanıyorlar. Yıldırımlar aralıksız çakıyor. Top mermileri gibi patlıyor gök gürlemeleri. Ötelerinde, berilerinde toprak fışkırıyor yine yukarılara doğru. Çukurlar oluşuyor art arda. “Açın!! diyor yakaran bir sesle en yaşlı olanları, ön taraflarda bir yerde.

“Açın şu telleri! Allah’tan korkun!” Soğuk namlular daha da yaklaşıyor, giderek çoğalıyorlar. Buz gibi suratlar, buz gibi yüzler, çatık kaşlar, ölümcül bakışlar dikiliyor üzerlerine. “Ey yer, ey gök, nedir bu! Nedir on yıllardır bize reva görülen?” Anlı dövmeli yaşlı bir kadın sitem dolu bir sesle kızıyordu kendi kendisine. Kime, neye kızdığı belli değildi. Saçları yüzünü kapatmış olan küşük bir kız, hıçkırarak ağlıyordu. Titriyordu soğuktan, korkudan, yaşadıklarından. Dehşet dolu gözlerle etrafına bakınıyordu, kolundan yaralı olan bir gelin. Sol eliyle sağ bileğini tutuyordu. Boynuna bağladığı çarşafın içerisinde bir kaç aylık yavrusu var. Kalabalık giderek atrıyordu. Sayıları bin, on bin… belki de daha çok. Arkalarındaki gök gürültüsü yakınlaşıyordu. Sanki gökten ölüm yağıyordu üzerlerine. Ölüm kurşun kesilmişti. Ölüm, mermi gibi yağıyordu sağına soluna, oracıkta umutsuz kalan insanların. Adeta kıskaca alınmışlardı. Önlerinde buzdan yapılı bir duvar, arkalarında ateş vardı. Son dualarına başlamışlardı en yaşlı olanları. Felakete ramak kalmıştı. Birilerinin bir şeyler yapması gerekiyordu. En öndeki kız çocuğu, tel örgülere yaklaştı. Kendisine doğru uzatılmış olan namlulara aldırmadan elini tellere attı. Tellerin dikenleri ellerini yırtsa da, o aldırmıyordu. Bir eliyle telleri sallarken daha, diğer eliyle gözlerini kapatan saçlarını itti. Avucundaki kanlar alnını kızıla boyadı. Kanla boyanmış olan kaşlarının arrasından yeşil yeşil bakıyordu. Küçük kızdan cesaret alan başkaları da asıldılar tellere. Sonra başkaları. Ve başkaları… Umutsuzluğun en derin anını yaşıyorlardı, yorgun argın buralara yığılmış olan kalabalık. Tam o sırada, üniformalıların akalarından bir ses yükseldi.

“Berxwedan Jiyané! Berxwedan Jiyané…” Sonra bir daha. Bir daha yükseldi aynı ses. Giderek gürleşen haykırış daha yakından duyulur oldu. Önce yüreklerini ısıttı tel örgüsünün arkasında çoğalan kalabalığın. Sonra kanlarını ısıttı, iliklerini. Bir arbade oldu. Bağrışmalar yaşandı. Anlaşılır anlaşılmaz sesler birbirine karıştı. Kardeşler diyarından o yana, umulmadık bir hareketlilik göründü. Art arda dizilmiş olan, yeşil birer duvar gibi duran üniformalılar, ortadan ikiye bölünür gibi ayrıldılar. Tel örgülerini tepeleyen kalabalık, on yılların hasretiyle birbirlerine sarıldılar. Yaralıları, yaşlıları, çocukları ön taraflara aldılar. Önce geçişleri açtılar. Sonra yüreklerini, evlerini barklarını, barınaklarını açtılar. Kardeşler diyarının sakinleri seferber oldular. On yıllardır göremedikleri kimselerine sevinç gözyaşlarıyla, sımsıcak duygularla sarıldlar. Bu kez beraberce haykırdılar. Defalarca tekrar ettiler. “Direnmek Yaşamaktır!” dediler. Sonra, üçer beşer evlere dağıldılar.

Tellere ilk elini atan o küçük kız, bir yakınını aranır gibi yeşil yeşil bakınıyordu etrafına. Kardeşler diyarından bir Ana yaklaştı ona. Dizleri üüzerine çöktü, oturdu ayaklarının dibine küçük kızın. Gözlerinin seviyesine kadar çömeldi. Uzunca baktı, onun ıslak yeşil gözlerine. “Navé té çiyé?” diye sordu. Mahçup, utangaç bakışlarını yere çevirdi küçük kız.

“Navé min Rojin’é!” dedi ağlamaklı bir sesle. “Rojin? Navé té çıqa xwaşé, Rojin” Ana, Rojin’e bakıp kollarını açtı ve onu, yavrusuna sarılır gibi sımsıkı bağrına bastı. “Korkma” dedi. “Artık eminiyettesin. Güvendesin burada. Haydi eve gidelim. Seni kardeşlerinle tanıştırayım.” Rojin’in elinden tuttu. Eli ıslaktı Rojin’in. Hala kanıyordu. Rojinin elini defalarca öptü. Onu sımsıkı kavradı ve yürümeye kalkıştı. Rojin, gitmek istemiyor gibi teredüt etti. Bir gözü arkasındaydı. Döndü. Tel örgülerinin diğer tarafına baktı. “Dayikamın!” dedi, acı dolu bir ses tonuyla.

“Annem!” dedi Rojin, bir kaç kez üst üste. “Annem!” Dönüp dönüp arkasına bakıyordu. Ve çaresiz, yürümeye başladı sonunda. Annesinin öldüğünü söyledi, fısıldar gibi. Ağlıyordu.”Dayikamin Kuştın!” “Adı neydi annenin?”

Soruyu duymamış gibi, sustu. Sonra, “KOBANE” dedi Rojin. Bakışları tel örgülerin ötesinde. Yeşil gözlerinden dökülmekte olan yaşlar yanaklarından süzülüyordu…

 

Derin saygı ve selamlarımla,

Mustafa Zewal Doğan not.

Bu yazı, Özgür Politik agazetesinin “Politik ART” isimli kültürel dergisinde yayımlanmıştır (12 Şubat- 2015)

Please follow and like us:
Pin Share

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın